Aralık 31, 2010

hastayım hasta canım ister çikolatalı pasta

bu günlerde pek bir ev kedisi gibiyim. pek bir miskinim. elimden gelse kapıdan dışarıya adım atmayı bırak yatağımdan dışarı çıkmayacağım. bunda, oldum olası tembel bir insan olmam kadar son 10 gündür garip bir hastalık içerisinde bulunmamın da etkisi var.
mide bulantısı, baş dönmesi ve tansiyon düşmesi. hayır, hamile değilim! stresten olduğunu söylüyorlar. ayy stresli değilim ben diyorum, gizli stres var sende diyorlar. anacım her şeyim gizli, stresim bile. vücudumdan daha oynak bir beynim var. çalkalayıp duruyor.


bu evde olma durumu iyi hoş da, her güzel şeyde olduğu gibi bunda da hoş olmayan yanlar var. 
yedikçe yiyorum. hastayım hasta canım ister çikolatalı pasta modundayım. vücudun ihtiyacı var canııııım diyorum yiyorum. ayy hastayım ben diyorum yiyorum. tansiyonum düştü bak benim tuzlu bir şeyler yiyeyim diyorum yiyorum. gece 3 oldu ama aç aç da yatılmaz ki diyorum yine yiyorum.
hareket desen o zaten hak getire. bir bu koltuktayım bir o koltukta. bir burda mayışıyorum tıkınıyorum bir orda. geçen spora gideyim diye geçirdim içimden, sonra düşündüm ben spor merkezine gidene kadar yorulurum zaten. evde bir iki hareket yapayım dedim bacağımı sakatladım. bir orası sağlamdı, artık o da değil.
bir de amaan zaten evdeyim yaeae diye düşünüp salıyorum kendimi. saçlar kabarık, tepede toplanmış. kocaman, bana 3 beden büyük olan eşofmanlar giyilmiş. gram makyaj yok. gözaltları zaten mosmor. kucağımda bilgisayarım, bir elimde tv kumandası diğerinde kahve fincanı, çikolata, hamburger, pizza... 
ayy bir de her ota boka ağlayıp duruyorum. iyice depresif oldum. öyle göz dolması falan da değil ha, bildiğin hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. annem telefonuma cevap vermedi, abim beni aramadı, üst kattaki öküz karısını dövdü, sokaktaki pisi pisi kedi aç kaldı.
velhasılı kelam bu hastalık biraz daha devam ederse, ben dobidik, çirkin, depreşik, ıııyyyyhhh bir tip olup çıkacağım. işte o zaman hiç hoş olmayacak.

Aralık 17, 2010

zevksizim, zevksizsin, zevksizler.

dedi ki, insanlar aşık oldukları kişiyi gözleriyle değil kalbiyle görürmüş. ben mi? kalbimin zevksizliğine içiyorum.

my subconscious makes me freak

çok saçma rüya gördüm ama bu kadarını görmemiştim. bir psikologla falan mı görüşsem diyorum, sonra bilinçaltımda olabileceklerden korkup vazgeçiyorum. yüzleşmeye hazır değilim. buyrun okuyun, anlayacaksınız.
ortaokuldaki sınıfımdayım, ama şimdiki halimle. liseden bir arkadaşım da o sınıfta. 30 kişilik sınıfta 50 kişiyiz. tıklım tıklım. tıkış tıkış. 3 kişilik sırada 5 kişi oturuyoruz. benim bütün uyuzluğum üstümde. söylenip duruyorum. en çok da mehmet'e. bizim mehmet canım, mehmet günsür. hıı, valla o. hem de rüyamda.
kendisi benim ortaokul sınıfımda. o yaştaki bir ergenin kafasının yerine mehmetin şimdiki halini koyun, alın size rüyamdaki mehmet günsür. koca kafalar'dan fırlamış gibi. o garip haliyle bile pek bir yakışıklı yalnız, benden söylemesi.
rüyamda mehmet'le aynı sınıftayız, yan yana sıralarda oturuyoruz. ama ben pek bir gıcığım. ters ters bakıyorum. "bunun ne işi var bizim sınıfta yea? niye geldi ki?" şeklinde dırdır ediyorum. 
ben dırdır ededururken, sınıftaki ortam da epey gergin, sağ-sol kavgası var. yatmadan önce öyle bir geçer zaman ki'yi izlemiştim, ondan etkilendim herhalde. mehmet bir tarafın lideri gibi bir şey. herkes tetikte bekliyor. her an ortalık birbirine girebilir, kan gövdeyi götürebilir. derken, ben çantamı kaybediyorum. etrafta çantamı aramaya başlıyorum. sıraların altına falan bakıyorum. mehmet'in oturduğu sıranın altına bakarken, elim defterlere çarpıyor. defterlerin altında bildiriler varmış onlar dağılıyor. -işte burası zurnanın zırt dediği yer- mehmet bana bildirileri dağıttım diye bir tokat atıyor. öyle böyle değil, ediz hun'un hülya koçyiğit'e "sus yalancı" derken attığı tokatlar misali, şak diye indirdi herif suratıma. 
ben mi? ben kaldım öyle. hiçbir şey diyemedim, hiçbir şey yapamadım. çok üzüldüm. canım acıdı, kalbim ağrıdı, gururum kırıldı. şaka değil, gerçekten. rüyamda kendi kendime "kızım saçmalama, rüya lan bu, gururunun kırılmasına gerek yok, üzülme, sakın ağlama sakın" diyordum iç ses olarak. 
sessiz sessiz kırılan gururumu da alıp sırama geçip oturdum ben. mehmet dangalağı da her şey pek bir normalmiş gibi öyle durdu. hoca geldi sonra. mehmet'le konuştu. "neden vurdun arkadaşına? yazık değil mi ona? herkesin önünde hem de. onun da bir gururu var" dedi. mehmet gerzeği de ağzını doldura doldura "ama hocam o da bildirileri dağıttı." dedi. ben daha fazla dayanamadım, ve ağladım. zaten dolmuş olan gözlerimden birer damla yaş aktı. pat diye uyandım.
uyandım. ve gerçekten ağlıyordum. gerçekten gururum kırılmış gibi hissediyordum. derin bir nefes aldım, "ne tür bir manyaksın kızım sen" dedim kendime. "başka bir rüya gör, ya da git bir tokat da sen mehmet'e at, altta kalma" diye ekleyip uyumaya devam ettim. 
uyanınca anneme anlattım rüyamı, "boşver kızım rüyalar tersine çıkarmış" dedi. sanırım tersine çıkma olayı benim ona tokat atmam demek oluyor. bu durumda;
bekle beni mehmet günsür, sana çok pis tokatlar hazırladım. nihahahhahahah......

Kasım 20, 2010

bu çok fena koydu be!

bu sabah uyanıp da saate baktığımda, telefonumun üstünde 12.03 yazıyordu. kendime okkalı bir oha savurduktan sonra kalkıp güne başladım. yine abuk sabuk rüyalar görmüştüm, yine kendimi garip hissediyordum. kızım bıdık bugün kendine bir güzellik yap şımart kendini, dedim. uzun sıcak bir duşun ardından harika bir kahvaltı siparişi verdim kendime. süslendim, püslendim, evden dışarı attım kendimi.

hava harika, güneş muhteşemdi. ellerim ceplerimde yavaş yavaş yürüdüm. etiler hiç bu kadar sakin olmamıştı galiba. starbuckstan lattemi aldım, akmerkeze doğru yürümeye başladım. bugün çağancığımın yeni filmi giricek vizyona, onu izleyeyim diye geçirdim içimden. (çağan dediğim çağan ırmak, kendisi benim askerlik arkadaşım olur da, ondan böyle çağancığım diye bahsederim hep. hay allahım ya.)

sinemaya gittim, bilet almak için sıraya girdim. önümde 2 tane kız, 10 yaşlarındalar. bir türlü film seçemediler, filmi seçtiler oturucakları koltuğu seçemediler, biletleri aldılar parayı ödeyemediler. yan gişe mis gibi akıyor, ama ben inat ettim ya illa o gişeden alacağım bileti. neyse sonunda gitti kızlar da sıra bana geldi. gişedeki çocuk yüzüme bile bakmadan "hoşgeldiniz. hangi film?" diye sordu. oysa ki ben en sıcak gülümsememle ona doğru bakıyordum. yine de pes etmedim aynı şirinlikle, "merhaba, kolay gelsin. prensesin uykusu'na bir öğrenci lütfen" dedim. "koltuğunuz nerde olsun, ön arka orta?" diye sordu bu seferde gözünü ekrandan bir an bile ayırmadan. "arka orta, lütfen" dedim. o an bir şey oldu, bir şey söylemek için kafasını kaldırdı, gözgöze geldik, ben gülümsedim. çocuk kaldı, öylece kaldı. bir şey söylemek için ağzını açmıştı, ama söyleyemedi. sadece "ıııııııı......şeeyyyyy..." diye kekeledikten sonra "ne diyecektim ben ya?" dedi. güldüm, güldü, güldük. "güzel" dedi, "çok güzel" dedi. suratımda yamuk bir sırıtma ve kocaman bir soru işaretiyle ona bakınca "film!" dedi, "film baya güzel." dedi.
içimden bir ses "madem o kadar güzel, gel bir kez de benle izle." dedi çocuğa. dışımdaki ses de "eminim öyledir." dedi. tabii çocuk ikinci sesi duydu. ne vardı sanki içimdeki sesle dışımdaki ses yer değiştiriverseydi de çocuk asıl duyması gerekeni duysaydı. ne vardı yani.

ben içimdeki ve dışımdaki sesin uyumsuzluğuna kızmakla meşgulken kafamı çevirmemle birlikte onları gördüm. onu ve sevgilisini. eski sevgilimi ve yeni sevgilisini!! bir zamanlar ben tutuyordum o eli. bir zamanlar biz gidiyorduk sinemaya. ben öyle aval aval bakıp kalmışken kız cırtlak sesiyle "ayyyy,, acaba hangi filme girseeeekkk? bence aşk filmi izleyeeeeliiiimm" diyordu. benim eski sevgilim de, hani benim zamanında bir kez olsun bile aksiyon filminden başka filme götüremediğim var ya işte o da, "sen hangisine gitmek istersen canım" diye kararı kıza bırakıyordu. lan adi herif, derdin benle miydi senin? ben senin yüzünden abuk sabuk bir sürü aksiyon filmi, savaş filmi izleyip durdum. şimdi gelmiş bu cırtlak sesli safsalak tipli kızla aşk filmi mi izliceksin? şimdi allah belanı versin diyeceğim bela dönüp dolaşıp beni bulacak, hiç olmayacak. allah nasıl biliyorsa seni öyle yapsın, e mi! diye söylene söylene mısır almaya gittim. mega boy mısır ve kola siparişi verirken bir yandan da "allaaahım lütfen benimle aynı filme bilet almasınlar, noluuurrr, noluuur" diye dua ediyordum. ta ki, kızın sanki suyun kaldırma kuvvetini keşfetmiş gibi "aaaa, çağan ırmak'ın yeni filmi gelmiiiş baaakk, ona gideliiim" demesine kadar. allahım aynı filmdeyiz, lanet olsun. ben, eski sevgilim, ve yeni sevgilisi.

mısırımı ve kolamı almış görünmeden sıvışayım derken gördü beni. arkamdan seslendi. döndüm, dönmek zorunda kaldım. kaç yıldır görüşmüyorduk. güzel bakan gözlerini unutmuşum, gülümsemesini de. bu çocuk ben onu bıraktığımda da bu kadar tatlı mıydı, yoksa şu an başka bir sevgilisi olduğu için mi bana bu kadar yakışıklı görünüyor diye çözmeye çalışırken beynim, eski sevgilim yeni sevgilisini benle tanıştırıyordu. "eski bir arkadaşım" dedi benim için imalı bir bakış atarak. ya da bilmiyorum bana imalı geldi. zaten o an çocuk bana "ben"le başlayan bir cümle kursa ben de "ben de seni seviyorum" diye atlayabilirdim. noluyoruz yaaa......

derken anons duyuldu, "salon 5teki filmimiz başlamak üzere". "aynı filme gidiyoruz değil mi? hadi girelim" dedi kız. eski sevgilim mısır ister misin hayatım diye sordu, kız hayır canım çok yağlı oluyor gerek yok, dedi. sonra filme girdik, beraber. eski sevgilim, yeni sevgilisi, ben ve mega boy mısırımla kolam.

onlar salona elele girerken benim elimde koca bir paket mısır vardı. işte 'yalnızlık' bu. bir zamanlar senin elini tutan elin artık başka bir eli tutması senin elininse boşta kalması. işte bu var ya, çok fena koyuyor be.


p.s. prensesin uykusu güzeldi, çok güzeldi, baya güzeldi.

Kasım 15, 2010

F1 tuşu gibisiniz sevgili ev sahibim

bir insanın evini su basmasının nasıl bir şey olduğunu anlatacağım efenim bu yazımda, okuyunuz lütfen. benim başıma gelmez demeyin, ben de öyle diyordum ama geliyor, oluyor yani böyle şeyler. hayat halleri..

sabahın geç saatlerinde uyanmış yatağımda mayışmaya devam ederken bir su sesi duydum. böyle şarıl şarıl, şırıl şırıl. bu duvarlar ne kadar ince yan dairenin su sesi bile benim evde, diye geçirirken içimden su sesinin fazlasıyla yakından geldiğini fark ettim. noluyoo lan diyerekten yataktan fırlayıp mutfağa adımımı attım ki her yer su içinde. şıpır şıpır. boru patlamış! hem de pis su borusu. apartmanın bulaşık sularının aktığı boru. leş gibi kokuyor her yer.

böyle bir durumda aklınıza gelen ilk şey, gideyim ev sahibine haber vereyim, olmalı. ama kılığınıza bakmadan. "ayy bu saçla hayatta dışarı çıkamam", "ayy pijamalarımı değiştireyim", "ayy sütyenimi giyeyim" derseniz ve bunları yaparsanız mutfaktaki su hole doğru akıyor. yapmayın!

neyse ben hazırlanıp indim alt kata, ev sahibime. "ev sahibi amca imdaaaatt" moduyla. kendileri evde değilmiş, safsalak bir oğlu var o çıktı. anlattım anlamadı, tekrar anlattım tekrar anlamadı.
eğer siz de ev sahibinizi evde bulamazsanız, telekominikasyonun nimetlerinden faydalanmayı aklınıza getirin. telefonu kullanın ve ev sahibinizi arayın ya da bir tesisatçıyı. ama babanızı değil, annenizi değil, hele hele iski'yi hiç değil. su çekiyorlardı onlar diye düşünüp itfaiyeyi de aramayın, 2 kova su için getirip adamları sonra bir de gereksiz yere meşgul etmekten ceza ödemeyin.

telefon haklarımdan birini ev sahibimi aramak için kullandım, alo ev sahibi amca yardım hattı'nı. adamcağız beşiktaş'taymış. geliyorum dedi, topladı aleti edavatı geldi. yaklaşık 2 saat boyunca uğraştı. yaptı baya bir şeyler. mutfak dolaplarım yerinden çıkabiliyorlarmış mesela. bulaşık makinasını kursun diye getirdiğim tesisatçı beni duvarı kırmam gerek, su çıkışı yok burda diye kandırmış mesela, su giriş ve çıkışları ev yapılırken hazırlanmışmış meğerse.
ben bu ev sahibi amca'nın mesleği ne merak etmiyor değilim doğrusu. tesisatçı falan mısınız dedim, kiracılarla  uğraşa uğraşa öğrendim, dedi.
"-banyodaki klozet akıtıyor
-hallederiz"
"-evde yangın çıktı
-hallederiz"
"-evimi su bastı
-hallederiz"
bu modda bir insan evladı kendisi. rahatlığı ve iş bitiriciliğiyle beni benden almıyor desem yalan olur hani. adam F1 tuşu gibi, help butonu.

boruyu tamir edip işi bitirdikten sonra da yanındaki eşine "topla takımı hanım, gidiyoruz" dedi. toplayıp takımı kolkola girip gittiler. zaten yolda da elele yürürler hep. beraber alemlere aktıklarını duydum. bence hala oldukça aktif bir seks hayatları var. (buna da laf arası dedikodu diyoruz.)

e iyi güzel hoş boru tamir edildi de, ev toptan battı. sıkı bir temizlik lazım. zaten ben boru ilk patladığında arayıp annemi ağlamıştım telefonda 'bu ev nasıl temizlenicek' diye. dediğini yaptım, aradım temizlikçiye "kop gel gari, temizlik var" dedim. ertesi gün için anlaştık. ben de geceyi çok sevgili bir arkadaşımda geçirdim. garip, başta eğlenceli, sonra saçma sapan, abuk sabuk, bana neden geceleri bu ekiple dışarı çıkmadığımı hatırlatan kötü biten bir  geceydi. ayrıntıları belki anlatırım. ya sanmıyorum aslında. anlatmam yani. pek de anlatmaya değecek bir gece değildi.

sabah uyandığımda başka bir sürpriz bekliyordu beni. bu sefer de canım evimin ana su vanası bozulmuştu. dolayısıyla evin suyu kesikti. yine bir ev sahibini arama, onun gelmesi, uğraşması, tamir etmesi şeklindeki olaylar örgüsü gerçekleşti. su kesillince arayıp iptal ettiğim temizlikçiyi su gelince arayıp tekrar çağırdım. o gelene kadar da gideyim marketten alışveriş yapayım dedim, koştur koştur gittim, bulduğum çamaşır suyu, deterjan, yer silme bir şeyleri, kokulusu, yağ çözücülüsü falan ne bulduysam 3er 5er tane aldım. yolda taşıyayım onları derken önce bir poşetin sapı koptu, onu başka bir poşete aktardım. sonra o aktardığım poşetin altı yırtıldı, benim bütün deterjanlar yollara saçıldı. allahtan patlayıp ortalığı mahvetmediler. bu sefer de kimini çantama kimini kucağıma doldurdum eve kadar koştur koştur gittim.

temizliğe gelen kadın da ayrı bir alem. zaten beni düzgünü bulsa şaşarım. temizlediği yerleri tekrar batırdı, tekrar temizledi. ama en kötüsü yağ şişemi kırdı. ben bu yaz epeyce gezip epeyce aradıktan sonra esse'de tam da istediğim gibi yağ şişeleri bulup almıştım. 2 tane. mutfağa dair en sevdiğim detaydı. ama salak kadın düşürüp kırdı birini. çok üzüldüm. koca kadına kızacak halim yok, olan da olmuş zaten, önemli değil dedim. ama gel bir de bana sor, önemli mi değil mi. aynısını da bulamam ki ben şimdi onun. ööfff.

öyle ya da böyle evim artık tertemiz. mis gibi bahar çiçeği kokuyor. airwick sağolsun. evimin tesisatı da azıcık elden geçmiş oldu. hani her şerde bir hayır var derler ya, o misal. oldu bitti gitti.

Kasım 12, 2010

horoz dövüştüren eroslar

eros kapımı fazla çalıyor, her gelen bir arkadaşa bakıp da çıkacaktım diyor.

bir aşık bir gıcık

vaktiyle ben birine aşıktım. öyle böyle değil ama. sırılsıklam. yatıyorum onla kalkıyorum onla. böyle dedi. şöyle yaptı. şurdan geldi şuraya gitti. bununla konuştu, onunla küstü. bugün kırmızı kazak giymişti çok yakışmış. dün yeşil t-shirt giymişti nasıl hoş olmuş, gözlerinin rengi ortaya çıkmış. bugün saat 10da geldi, dün akşam da 5 gibi gitmişti.
ölümüne aşığım anlayacağınız. öl dese, nerde? diye sorarım hatta. o raddedeyim yani.
ben buna yanaşıcağım diye neler yapmadım ki. en yakın arkadaşlarından biri diye, hiiiç sevmediğim bir çocukla arkadaş oldum. beraber partiye bile gittim. ayy hatta o partide, benimkinin ev arkadaşı bana asıldıydı da zor kurtaydıydım çocuktan yakamı. dans edelim derken götürüyordu çocuk nerdeyse beni. telefon numaramı vermeyeceğim diye akla karayı seçtiydim. bak yine aklıma geldi yine kötü oldum.
sadece bunla kalsa iyi gene. ben gecenin bilmem kaçında ortaköy'de olduğunu duyup oraya gittim, 5 tur attım, sokak sokak gezdim. tesadüfen karşılaşmış olalım diye. noooldu?? bir halt olmadı. o telaşla telefonumu kaybettim. telefonumu buldum anahtarımı kaybettim. gece 2de sokakta kaldım, tek ve tek başına.
sırf bir konuşma esnasında eve çıkışımızın 1. yılı onu kutlamayı planlıyoruz dediğimde arkadaşı bizi de çağırırsın artık dedi diye 20 metrekarelik salonumda 50 kişiye parti vermeye kalktım.
bütün yakın arkadaşlarıyla yakın arkadaşlıklar kurdum. üye olduğu bütün klüplere üye oldum. izlediği her filmi izledim, dinlediği sarkıcıların bütün şarkılarını ezbere söyledim. oturduğu semte taşınayım bile dedim. sonuç mu? bir iki sohbet dışında hiç bir şey olmadı. uzaktan uzağa bakıştık, ben ve onun anlamsız boş boş bakan yeşil gözleri.

olayın üzerinden azıcık zaman geçti ki, ben şimdi çocuğu verseler bana bir kaşık suda boğarım. yaparım.
hani aşıktım, hani ölüyordum bitiyordum. noldu? oldu bitti gitti. artık sevmiyorum.
nasıl sinir bozucu, nasıl irite edici, nasıl 'tiiksiiinç'miş meğerse (selin yerebakan* söyleyişiyle düşünün piliiiz).
aynı dersi alabilsek diye bir taraflarımı yırtarken, şimdi sınıfta karşılaşınca "ööff, bu da mı bu dersi almış" yapıyorum en memnuniyetsiz surat ifademle. gelip yanıma oturuyor başka yer mi kalmadı ya dercesine bakıyorum suratına. gözgöze geliyoruz boş boş anlamsız gözlerim aval aval kalıyor öyle. laf atıyor kaale alıp cevap bile vermiyorum. "hiç cevap vermem sana, boşuna" diyorum osmancık** misali.
hele ki geçen sınavda öyle bir havayla geldi, millete caka sattı, yakın arkadaşlarına gereksiz hava attı ya, ayyy dedim içimden ben nasıl bir zamanlar sana aşık olmuşum. anacım aşkın gözü cidden körmüş. her şeyi geçtim, her daim o kadar allığa rağmen benimkilerden pembe olan yanakların yeter senden uzak durmam için. yanaklarda heidi mode on yani. işte görememişim. olmamış. yapamamışım.

velhasılı kelam, bir aşığım bir gıcığım. yata yuvarlana gidiyoruz. sonumuz hayır ola.

* bkz. avrupa yakası
** bkz. öyle bir geçer zaman ki

Kasım 11, 2010

bedenimden de tembel olan ruhumu seviyorum.

yarınki finans sınavına girmeme kararı almanın hafifliğiyle koltuğum, battaniyem ve uzaktan kumandamla geçen mutlu bir gece. giydim pijamadan hallice eşofmanlarımı topladım saçlarımı da tepemde. aldım çerezimi, kolamı, mandalinamı. oohh mis valla.
financial institution'larmış, market'larmış, FX rates'deki değişimlermiş, spot ve forward rate farkıymış yansımasıymış vız gelir tırıs gider efenim. hiç umrumda bile olmaz. (aslen aklımdan geçen cümle bu değildi ancak terbiye sınırlarım onu yazmaya el vermedi. içimden söyledim, oldu bitti gitti.)
bunca zamandır introduction'ı olsun, macro'su micro'su olsun, ve hatta managerial'ı olsun bir sürü ekonomi dersi almış, çoğundan zar zor geçmiş bir insan evladı olaraktan hangi akla hizmetle seçmeli derslerimi finans üzerine olanlar arasından itina ile buluyorum, "ille de o olacak diyorum" anlayabilmiş değilim. kendimle derdim neyse?
Ben ki, 22 yıllık hayatım boyunca bir kerecik olsun paramı ayın sonuna yetirebilmiş değilim.yok! olmadı, olamadı! illaki 3. haftanın ortasında arayıp "babişkoom param bitti ya benim" demişimdir. 
Ben çocukken en büyük hayali richie rich'le evlenmek olan biriyim ya. rüyamda kendimi gloria, komşu oğlunu* da richie olarak görürdüm. evliydik, mutluyduk falan. var mı daha ötesi? hiç sanmıyorum. 
kendi kumbaramı kırıp içindeki paraları alır, bakkala gider avcuma doldurabildiğim kadar şeker alırdım. en çok limonlu ve portakallı olandan.
ilkokula başlayınca abimle aynı okula gitmeye başlamıştım. ben ilk teneffüste bütün harçlığımı bitirir, 3. teneffüste gidip abimden para alırdım. hep de gidip arkadaşlarının yanında isterdim ki, hayır diyemesin. yüzsüzlüğü ele alıp lisede bile yaptım ben bunu. evet yaptım, kız arkadaşlarının yanında hem de. kötü müymüşüm ne?
accounting dersinde debit credit balance'ını tutturamazdım zaten. kredi kartımın beni aşan borçları yüzünden hep açık veriyorum. avantajlı gibi görünen ama aslında sadece pazarlama taktiği olan kampanyalara da kanarım ki ben. vaktiyle yanlış hesap yapıp bir cafede hesap kadar bahşiş bırakmışlığım da var. zaten biz 3 arkadaş beraber hesap ödeyeceksek illa sorun çıkar, kesin fazla öderiz.
tüm bunlardan sonra finans düşünüyorum ya, e çüş bana.
ayy bir de sıkıcı, bir de kasvetli bir iş ki sormayın gitsin.
yani, o kadar finans çalışmasından anladığım tek şey bu: ben finansçı olmayacağım, olamam ki zaten.
bunu hemencik kabullenen, "amaaaan boşver, takma kafana, takıl dilediğince" diyen aklımı, buna ayak uyduran bedenimi, bedenimden de tembel olan ruhumu seviyorum ay  ben.

* komşu oğlu için bkz.

Kasım 06, 2010

ders çalışmak bana zarar veriyor. valla bak.

salı gününe bir case çalışması, bir quiz'i, bir ödev teslimi
çarşamba gününe bir midterm'ü,
perşembe gününe başka bir midterm'ü,
cuma gününe de paper yazımı olan bir zavallı insancık olarak; gerçekten acınacak durumdayım.

sabah 9'dan beri sandalyede oturmaktan popom düzleşti. bol bol yastık desteği almış olmama rağmen, belim birazdan kopuverecekmiş gibi ağrıyor. devamlı başımı eğmekten boynum tutuldu. sandalyede şekilden şekle girmek için çırpınan bedenim ayaklarımla ne yapacağına karar veremedi. "her zaman nereye koyuyordum ki ben bunları?" diye düşündü durdu, bir uzattı, bir çekti.

içtiğim kahvenin sayısını bile bilmiyorum. alttaki bakkalın asi ama evli tavşancık oğlu, aldığım kahveleri görünce "sınav var herhalde yine" diye pişkin pişkin sırıttı. kahve içiyorum selülit yapıyor, böbreklerimin içine ediyor. abur cubur yiyorum midem bozuluyor. placebo etkisi yapsın serotonin salgılatsın azıcık mutlu olayım diyorum çikolataLAR yiyorum, yağ yapıyor, kilo aldırıyor.

devamlı bilgisayara bakmaktan -slidelara çalışıyorum efenim- gözlerim yerinden çıkacakmışçasına ağrıyor. sanki biz buraya ait değiliz diye haykırıyorlar. maruz kaldığım radyasyonunsa haddi hesabı yok.

sinir stres katsayımdaki artıştan bahsetmiyorum bile. milleti darlayıp duruyorum. zavallı annecimle babacım adana'da bile benim gazabımdan kendilerine düşen payı aldılar. psikopata bağladım.
kendim, kendime, kendim için, mfö ile cem'den pisi psikopatım'ı söylüyorum. (tık)

p.s. resim masamın son hali :)

sevgilisi olmayan kız

bir kız gitmeye üşendiği için ağda randevusunu erteliyorsa, o kızın sevgilisi yoktur.

bir kız ten rengi süper ince çorap giyiyor, üstüne de "nasılsa çizme giyeceğim görünmez" diye düşünüp en alakasız renkteki ama en kalın çorabını giyiyorsa o kızın sevgilisi yoktur. okul ya da iş çıkışı geleceği yer sevgilisinin değil, kendisinin evidir.

bir kız kotun üzerine bol kalın kocaman bir sweet giyiverip dışarı çıkıyorsa o kızın güzel görünmeye çalıştığı bir sevgilisi yoktur.

bir kız iç çamaşırı alışverişi yaparken "ayy dantelli değil pamuklu olsun, rahat olur o" diye bir cümle sarf ediyorsa o kızın bir sevgilisi yoktur.

bir kız cuma ya da cumartesi akşamını evinde candan erçetin, levent yüksel, ya da sezen aksu dinleyerek geçiriyorsa o kızın sevgilisi yoktur.

bir kız zamanının 80%ini facebook'ta twitter'da geçiriyor, eski arkadaşlarına sarıyorsa o kızın sevgilisi yoktur.

bir kız "bu akşam bir şey yapalım mı?" diye soran arkadaşına, refleks cevap olarak "oluuuurr" diyorsa o kızın başka planlar yapabileceği bir sevgilisi yoktur.

bir kız dışarı çıkarken bırak makyaj yapmaya, rimel sürmeye bile üşeniyorsa o kızın sevgilisi yoktur.

Kasım 04, 2010

woman in red

daha önce de söylemiştim, yine söylüyorum, hep de söyleyeceğim: "dişi olmak zor zanaat anacım."

isviçreli bilim adamları alp dağlarının zirvesinde gidip kayak yapmak yerine kapanıp enstitülere kadın erkek ilişkileri hakkında, başka yapacak hiç araştırma yokmuşçasına, garip gurup çalışmalar yapıyorlar. yok kadınları çekici yapan detaylar, yok erkeklerin kadınlarda sevdiği 10 şey, yok ideal eşteki özellikler.

şimdi ben kendi adıma ideal eşimde aradığım özellikleri, erkeklerde sevdiğim 10 hatta 20 şeyi bildiğim için, o çalışmalar ilgi alanıma girmiyor. amma velakin söz konusu olan kadınları çekici yapan detaylara gelince ister istemez gözüm kayıyor sonuçlara.

kırmızı ruj.
kırmızı oje.
topuklu ayakkabılar.




iyi güzel hoş kardeşim de, siz biliyor musunuz o kırmızı ojeyi sürmek ne büyük dert? manikür yapmadan süremezsin bir kere, illa ki taşar. taştıktan sonra sadece taşan kısmı da silemezsin bütün parmağı silmek zorunda kalırsın. onu sileyim derken pamuktaki oje parmağı boyar falan filan.



kırmızı ruja gelince, tenine uyan kırmızı ruju bulmak başlı başına bir derttir zaten. hadi buldun diyelim onu taşırmadan sürmek hiç de göründüğü kadar kolay değildir. bir kere kırmızı ruj kullanmaya karar verdiysen vazgeçemezsin, silmeye kalkarsan ortada garip renkte bir dudak kalır. taşan kısmı varsa oraları silmek de problemdir, ne kadar silersen o kadar kırmızı olur.





topuklu ayakkabılar, evet gerçekten çekicidirler. evet gerçekten seksidirler. hele de ince topuklu zarif bir ayakkabıysa. gerçi benim favorim siyah kalın topuklu parlak rugan pabuçlardır. ama seksi oldukları kadar işkencedir de onlar. ilk birkaç saat iyidir de 2. saatten sonra sızlamaya başlar ayacıklar. biraz daha geçince "çıkar bizi burdaaan!" diye çığlık atmaya başlarlar. eve gelip de çıkardıktan sonra önce soğuk suda bekletmek ardından yüksek bir yere uzatmak suretiyle sızısı azıcık olsun dindirilebilir.

tabii bunlar erkeklerin bildikleri şeyler değildir, pek umurlarında oldukları da söylenemez zaten. kırmızı ojelerimizi kırmızı rujumuzu sürsek topuklu ayakkabılarımızı giysek süslensek püslensek gelsek yanınıza tabii bayılırsınız bize.
ben olsam ben de bayılırım bana.

Kasım 02, 2010

iki kişilik yaşam formuna hazır değilmişim, anladım!

benim cannııımm annem "süürpriiiizz! ben geldim!"şeklinde evime teşrif edince, sanki yıllardır birbirimizi görmüyormuşuzca hasret giderdik, halbuki henüz 1 ay bile olmadı ben adana'dan döneli.
bütün gün kolkola bebek'te turlamamız, alışveriş yapmamız, beraber yemek yememiz, koltukta dibdibe oturuşumuz yetmemiş olacakki bize, gece de koyun koyuna yatmaya karar verdik, evdeki o kadar yatacak yere rağmen.

bendenizin yatağı x large boyutlarında bir yataktır. ozan'ın deyimiyle o yatağa benden 5 tane sığabilir. yorganım yatağımdan da büyüktür. babam üniversiteye geldiğim sene istanbulda bulduğu ilk mağazadan tek kişilik diye almıştı, ama yıllar içinde anladık ki yorgan 2,5 kişilikmiş. hani artık büyük yataklar moda ya, bu da o yataklar için yapılan yorganlardanmış. yıllarca "kızım sen küçüksün ya, yorgan ondan sana büyük gibi geliyor. tek kişilik o." diye savunan babam geçen sene yatağımı değiştirince kabullenmek durumunda kaldı yorganın tek kişilik olmadığını. gerçi şimdi de "ileri görüşlü adamım işte, tahmin ettim senin tek kişilik yatağa sığmayacağını ondan yorganı büyük aldım." diyor ama, neyse.
neyse efenim, baktık saat gece yarısını geçti, biz de koltukta mayışmayı bırakıp yatağa geçtik. ben bir tarafta yatıyorum annem diğer tarafta. yorganın arası açılıyor, soğuk hava geliyor. uyuyamıyorum. olmuyor! anneme yaklaşıyorum, bu sefer de çok haşır neşir oluyoruz, ben yine uyuyamıyorum. olmuyor! kolumu atıyorum annemin koluna çarpıyor, bacağımı atıyorum annemin bacağına çarpıyor. bir türlü rahat edip uyuyamıyorum. olmuyor! kombi kışın en soğuk gününde çalıştırdığımız derecede. evin içi hamam gibi. ama ben yorganımla istediğim yakınlığı kuramadığım için, ona yorgandan çok uyku tulumuymuş gibi davranamadığım için üşüyorum. uyuyamıyorum. olmuyor!  çaprazlamasına cenin pozisyonunda yatmaya alışık olduğum yatağımda düz yatmaya çalışıyorum. uyuyamıyorum. olmuyor!

kısacası, uykusuz geçen bir gece.
ve uykusuz geçen bu gecenin ardından, yatağımla ve yorganımla arama kimseyi sokmak istemediğimi anlamış olmam. 
ister annem olsun ister sevgilim, alsın yorganını gitsin salondaki koltukta uyusun mışıl mışıl. o rahat ben rahat. 
ohh mis!

Ekim 30, 2010

içimdeki görümceden korkuyorum!

abim yeni bir sevgili yapmış kendine. aslına bakarsanız sevgili yapmamış, kız bizimkini kafalamış. sinir oldum. kızı elime geçirsem bir kaşık suda boğabilirim. şahika koçarslanlı moduna girip, salon kadını çizgimden kayıp o kızın saçını başını yolabilirim. yapabilirim, yaparım!

benim saf abim doktor olma yolunda son adımını atıyor, kendisi şu günlerde intern doktor. sevgili yenge aday adayım(!) kütahya'da iktisat okuyormuş. kütahya'da ne üniversitesi varsa. ya da niye okuyorsa orda? ha gidip orda okumuşsun, ha gidip açıköğretim okumuşsun. ne farkı var? sonuçta işsiz kalacaksın. sonra sağda solda şöyle işsizlik çok, böyle işsizlik çok diye dert yanıp duracaksın. önce bir dön kendine bak!
gerçi haspamın iş aramak gibi bir derdi yokmuş, benim saftiriğim öyle dedi. babası mı zengin dedim, yok dedi. ee derdi ne, niye iş aramıyor dedim, beni kafaladı ya dedi. ha bunun farkındasın yani dedim, bir şey demedi.

salak ay! gerçekten su katılmamış salak!

valla kız kafalamış benim abimi, bırakmaz artık. niye bıraksın ki? ben doktor sevgili bulsam ben de bırakmazdım. ohh mis.. her dediği yapılıyor, her istediği oluyor. telefonda bir de carlıyor abime, niye bütün gün aramadın diye. gerizekalı, çocuk bütün gün ameliyattaydı heralde. ayy bunun doğurucağı çocuklar da kendi gibi salak olur. 
bak yine sinirlendim. içim fena oluyor düşündükçe. uykularım kaçıyor aklıma geldikçe. iştahım kapandı ay 2 gündür (2 gün önce öğrendim de).

belki de iyi bir insancıktır, bilemiyorum. ama ben bu kızı sevmedim, sevmem! eğer saftiriğim tanıştırmaya kalkarsa da çok fena burnundan getiririm. kız ya arkasına bile bakmadan kaçar, ya da abimle hemen evlenir. olsun, o zaman da boşatmak için uğraşırım. yaparım!

Ekim 17, 2010

20 Eylül 1945

bu geç vakit
bu sonbahar gecesinde
kelimelerinle doluyum;
zaman gibi, madde gibi ebedi,
göz gibi çıplak
el gibi ağır
ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
kelimeler.
kelimelerin geldiler bana,
yüreğinden, kafandan, etindendiler.
kelimelerin getirdiler seni,
onlar; ana,
onlar; kadın
ve yoldaş olan..
mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar.
kelimelerin insandılar.

Nâzım Hikmet

Ekim 16, 2010

Posso chiamare la mia pazienza "amore" ?

per i nostri sette anni insieme,
per quella parte di te che mi manca
e che non potrò mai avere,
per tutte le volte che mi hai detto non posso,
ma anche per quelle in cui mi hai detto ritornerò...
sempre in attesa,
posso chiamare la mia pazienza "amore" ?

tutto nella vita può essere.
tutto nella vita vivibile.
tutto è normale.
il modo più normale è quello di amare.
per amore di una donna
per amore di un uomo
solo l'amore.

per ascoltare durante la lettura: due destini

Ekim 15, 2010

demek ki neymiş?


hani ilk komşu oğluna aşık olanlar var ya, işte onlardanım ben de. daha o yaz 5 yaşına basışımı kutlamıştık. şirin apartmanındaki evimize yeni taşınmıştık. biz 3. kattaydık, o karşı apartmanda 1. katta. balkona oturur, saatlerce saf saf izlerdim onu. abimin arkadaşıydı. her pazar sokakta futbol maçı yaparlardı. ben de tuttururdum "beni de alın oyuna" diye. almazlardı. anneme söylemekle tehdit edince mecbur kalıp kaleci yaparlardı. ama kaleye değil bana doğru şut çekerlerdi. hatta bir keresinde eşşek kafalı komşu oğlu suratıma yapıştırmıştı topu da çok pis ağlamıştım. suratım mosmor gezmiştim bir hafta boyunca. bir keresinde de topu yakalayacağım diye koşarken motor çarpmıştı bana, yine onun yüzünden. kafam yarılmıştı, çok kan akmıştı, canım çok acımıştı.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

sonra anasınıfına başladım. öğretmenim annemin yakın arkadaşı olunca 2. dönemde başlamama izin vermişlerdi. ama orda herkes zaten arkadaştı, ben sonradan gelendim. çocuklar bazen çok acımasız olabiliyorlar, ben çok yalnız kalmıştım. ama o vardı. arada gelir legolardan yaptığı anlamsız tanımlanamayan cisimleri kafama, koluma, bacağıma, nereye denk gelirse fırlatır giderdi. kafam şişer, sağım solum morarırdı. bir keresinde de salak şey yerden aldığı ot, böcek, toprak allah ne verdiyse her şeyi gelip başımdan aşağı dökmüştü. kanımca sevgisini böyle gösteriyordu, haşin sevenlerdendi o da. sonra da gidip yılsonu gösterisinde rakip kızla eş olmuştu. çok üzülmüştüm.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

hüzünle biten bu aşkı da geride bırakıp ilkokul 1. sınıfa başlamıştım. sınıfta bir caner vardı ki, sormayın gitsin. bal rengi gözleri vardı, açık kumral saçları. saçma sapan bütün oyunlarda eş olurduk biz. beraber saklanırdık, beraber kaçardık. yağ satarım bal satarım da birbirimizi kovalardık. ellerimiz birbirine değerdi, kalbim pırpır ederdi. her şey güzeldi, ilk kez. ama sene sonu geldi ve ben sınıf değiştirmek zorunda kaldım. bir ayrılık acısı daha.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

yeni bir sınıf, yeni arkadaşlar ve dolayısıyla yeni aşklar demekti. ben ekrem'e aşıktım, kerem de bana. 2 yıl boyunca bu aşk üçgeni itişip kakışmalarla devam etti. bir akşam, tam da yemek saatinde, kerem'in annesi bizim evi arayıp "benim oğlum sizin kızınıza aşık. konuşmak istiyor ama çekiniyor. telefonu merve'ye verebilir misiniz?" demişti anneme. annem şaşkın ve hiç bir şey anlamamış bir suratla telefonu bana uzatmıştı. tanrım, kabus gibi bir konuşmaydı. hayatımdaki en zor telefon konuşmasını henüz 9 yaşındayken yapmış olmam sizce de haksızlık değil mi? babam soran gözlerle bana bakarken telefonda "ben galiba seni seviyorum" diyen kerem'in sesini duymak gururdan çok "ne halt yicem ki ben şimdi yaa" hissi uyandırmıştı bende. kerem annesinin desteğiyle dillenmiş olsa da ekrem'in duyguları geçen seneye kadar hiç konuşulmadı. onun aşkı eski bir defterin artık sararmış olan sayfalarında kalp içindeki M ve E harfleriyle kaldı. benim de bir aşkım daha böyle söndü, geçti, bitti. kerem'in kuzeni aslı, yakın arkadaşımdı, kerem'i sevmedim ekrem'i sevdim diye küsmüştü bana. aşkı kazanamadığım gibi arkadaşımı da kaybetmiştim.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

2 seneyi de böyle geçirince ben eve daha yakın bir okula alındım. en sevmediğim şeydi sınıflara sonradan dahil olmak. ama kader ya, hep böyle oldu. daha sınıfa ilk girdiğim gün sınıfın ve hatta okulun eenn tatlı çocuğuna Tuncay'a aşık olmuştum, bütün kızlar gibi. ama paşam bu ilgiden öyle memnundu ki bir onunla bir bununla takılırdı. o gün kimin saçının örgüsü daha güzelse beyimiz onunla otururdu. ilkokuldaki son yıllarım saçımı nasıl yapsam ki diye düşünmekle geçmişti. pislik benim saçlarıma övgü yağdırırken, sınıftaki en yakın arkadaşlarımdan birine yazıyormuş meğerse. yanıma oturduktan 2 gün sonra irem'e onu sevdiğini söylemişti. ne kadar ağlamıştım, benim saçlarım onunkinden güzel diye.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

ilkokulu böyle aşk acılarıyla doldurunca ortaokula aşka tövbe etmiş bir şekilde başlamıştım. güzel arkadaşlarım oldu. iyi bir arkadaş grubum vardı. buğra vardı, sınıftan bir çocuk. 1 hafta boyunca "sana bişi sölicem kızım ben" diye dolaşmıştı, sonra "kızııım ben var ya senden çok hoşlanıyom." dediydi. sonra küstük. sonra emre vardı. "seni seviyorum, emre" diye bir not yazıp kitabımın arasına koymuştu, onu da 10 gün sonra annem bulup bana vermişti. zavallı benden tepki alamayınca çok üzülmüş. sonra en yakın arkadaşlarımdan dediğim onur bana aşık olduğunu söyledi. ilk aşk mektubumu o yazmıştı bana. "ağlasam sesimi duyar mısın mısralarımda" diye başlıyordu, "ben seni çok seviyorum." diye bitiyordu. çok üzülmüştüm. o benim arkadaşımdı. olmaz, demiştim. 3 gün yemek yememiş, öyle demişti okan. çok üzülmüş, ağlamış hatta.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

liseye başlayınca ben ilk gerçek aşkımı yaşadım. ilk gerçek heyecanımı, ilk gerçek uçuşumu, sonra da ilk popomun üstüne sertçe düşüşümü. tek ayak üstünde onlarca yalan söyleyen birine aşık oldum. inanacağım yalanlar söylesin istedim. onu bile yapmadı adi herif benim için. ilk kabuslarımı gördüm onunla ben, ilk gidip gidip geri gelişlerimi yaşadım onunla, zaaflarımı fark ettim, en büyük zaafımın da o olduğunu. kısacık bir sürede ilk gerçek aşkımın ilk gerçek nefretime dönüşmesini seyrettim. aynı adamı tutkulu bir aşkla severken ondan ölesiye nefret etmeyi öğrendim acı içinde.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

üniversiteye başladım, büyük umutlarla, dünya üzerindeki en saf salak insan olarak, kezban paris'te moduyla. "çok büyük bir aşk yaşicam ben" "rüyalarımın erkeğini bulucam" "beyaz atlı prensim atının terkisine atıp götürücek beni buralardan" diye geldim, "noluyoz lan, hani prens vardı burda.kurbağa ya bunlar hep!!!" diye gidiyorum. sonra "kızım yapıcak bişi yok. madem hepsi kurbağa, seç birini öp. belki prense benzer bişi olur. beyaz atı da artık mezun olup iş bulunca verir parasını alırsınız." dedim, seçtim birini öptüm. kör talihim kara bahtım, kurbağa beyaz atıyla birlikte prense dönüştü ama bana sadece siğil bulaştırdı. paşamın derdi; yeni nesil prens olmak, prensesLERle takılmakmış. anlıyacağınız bir halt değişmedi. aşk benim için hala acı çekmek.

yıllar yıllar geçti üzerinden, ben şimdi çoğunu gülerek hatırlıyorum. yüzümde kocaman tebessümler  bırakıyorlar. iyi ki olmuşlar hayatımda diyorum. ama aynı zamanda da ekliyorum;
"ulan eğer sizlerden biriyse bana 'aşksız kal' diye beddua eden, yakaladığımda çok pis öpücem onu ben!"

Ekim 11, 2010

sabah sabah mutluluk

uzun ve soğuk bir haftanın ardından
yüzüme vuran güneşle
bahardan kalma bir güne uyandım bu sabah.
mutluyum.
bana 5 beden büyük olan yatağımı her zamankinden daha çok sevdim.
bir o kenarına, bir bu kenarına kıvrılıp bir saat kadar daha uyudum.
mutluyum.
yataktan çıkmadım.
laptopumla, playlistimle, gazete manşetleriyle seviştim biraz.
mutluyum.
sıcacık suyla köpük köpük
uzun bi duş aldım.
mutluyum.
mis gibi kahve kokusunu içime çektim.
bardağın sıcaklığını avucumda hisssettim.
mutluyum.
giyindim.
süslendim.
püslendim.
mutluyum.
bu yazıyı yazıyorum.
birazdan evden çıkacağım.
mutluyum.

Ekim 10, 2010

everybody has regrets

sevgili günlük diye başlayan yazılar yazmadım onlara hiç.
adları günlüktü ama hiç günü gününe de yazılmamıştı onlara.
hissettikçe, düşündükçe, sevdikçe, aşık oldukça
yazılan yazılar vardı
bazen 20 sayfa bazen 200 sayfa yazdığım günlüklerimde.
hiçbirisini saklamadığım
hepsini tek tek yok ettiğim günlüklerimde.

niye?
neden?
bilmiyorum!!

hatırlamak istemedim belki.
insanoğluna bahşedilmiş en güzel armağan olan 'unutma' yetisini yazdıklarımla kör, topal etmek istemedim belki de.
yaşananlar yaşandıkları zamanda kalsın,
beni büyütsün.
beni olgunlaştırsın.
ama o kadar!!
anılar anı olarak kalsınlar.
saklandıkları yerlerden çıkmasınlar.

her ne kadar,
"yaşadıklarımdan hiç pişman olmadım" desemde,
"keşkesiz, acabasız bir hayat" için çabalasamda,
benim de hatırlamak istemediklerim var demek ki,
benim de geçmişimde silmek istediklerim var.

ilk aşk mektubumu en yakın arkadaşlarımdan birinden almış olmamdır
belki de o mektubu yırtmış olmamın, hiç yazılmamış saymamın sebebi.
ilk gerçek aşkımın ilk gerçek nefretim olmasıdır belki de
o aşka dair bütün kalıntıları yok saymış, yok etmiş olmamın sebebi.
kim bilir...

kanıtları tek tek silsem,
fotoğrafları yaksam,
kağıtlardan kayık yapsam denize bıraksam,
olmamış, yaşanmamış saysam da
yaşam dediğimiz o süreç var ya
olmuyor ona kattıklarını ne yapsan ne etsen yok edemiyorsun.
kalp kırıntılarını bile olsa saklıyor,
bir anda, hiç beklemediğin bir anda
çıkarıp önüne koyuyor,
"vaktiyle böyle olmuştu, hatırlasana" diyor.
ve
ne kadar inkar etseler de herkesin pişmalıkları var,
herkesin mutlaka bir keşkesi, bir acabası var
diye dank ettiriyor.

Ekim 09, 2010

dişi olmak zor zanaat

sabah kahvaltısı niyetine 4 koca dilim üzerine nutella boca edilmiş ekmek yediğim zaman anlamalıydım aslında.
hadi o olmadı, koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde sabahtan beri biriken boş çikolata paketleri, puding kutuları önemli bir ipucu olmalıydı.
"demek ki bünyenin ihtiyacı vardır canııım" deyip de yemeksepeti'nin sayfasından canımın istediği her şeyi sipariş ettiğimde de dank edebilirdi.

ama bendeniz, 22 yaşındaki koccaman kadın, hala regl döneminin düzenini kavrayamamış; hala ped kullanması gerektiği zaman anlayabilmiştir durumu.
ha tabii bir de sancılardan.

her seferinde farklı bir şekilde bulur onlar beni,
bir ay mide bulantısı
bir ay baş dönmesi
bir ay bacaklarda titreme
bir ay yumurtalıklarda kasılma
kafasına göre takılıyor yani.
bazen o kadar coşar ki;
doktorumun en kuvvetli ilaçlardan biri dediği ilaç bile yeterli olmaz,
seville birlikte gecenin bir yarısında hastaneye taşınırız.

şimdi de öyle;
sıcak su torbam bacaklarımın altında
ilaçlarım ve suyum yanı başımda
çikolata stoğum pufun üzerinde
laptopum kucağımda
bir elimde kitaplarım
bir elimde uzaktan kumandam.

velhasılıkelam, dişi olmak zor zanaat anacım..

from two to one, from pain to fun

bu geceye, yağan yağmura eşlik eden şarkı bu.
aklımı boşaltan, düşüncelerimi silen şarkı bu.
yalnızlık hissi veren şarkı bu.
derinlerde bir yerdeydin, nerden çıktın sen şimdi dediğim şarkı bu.

Ekim 08, 2010

battaniye, kahve, house md

sevgilin yoksa eğer bu, yağmurlu günler için en ideal plan olan "sevgilin, battaniyen ve uzaktan kumandan" üçlüsünü gerçekleştiremeyeceğin anlamına geliyor.
böyle zamanlarda yanındaki ve içindeki boşluğu bir nebze olsun doldurmak için çeşitli alternatifler var tabii. mesela bir fincan kahveyle başlayabilirsin..
yanına damak'tan fıstıklı çikolata ya da toblerone.
ya da şu an benim yaptığım gibi bir kavanoz nutellayla bir paket kepek ekmeği alabilirsin önüne.
dominos'un pizzaları da iyi gider böyle havalarda.
biraz hamaratsan ve üşenmeyip mercimek çorbası yaparsan değme keyfine.
haftaiçi bir gün olduğu için az biraz şanssızsın. muhtemelen bu saatte gerçekliğine inanamayacağın kadın programları vardır televizyonda. bu programların kadın programları diye adlandırılmasında azıcık cinsiyetçilik sezsem de konuyu umursamıyormuş gibi davranıyorum, yani geçiniz!
haftasonu olsaydı en azından dizi tekrarları olurdu, 5 dakika bu 10 dakika bu şeklinde izler gündemi takip ederdik. Ezel kimi öldürmüş, Fatmagül'ü kimle evlendirmişler, Ali Rıza Bey'e ne olmuş?
bir adet dvd playerın varsa, gerçi ona gerek yok bilgisayarının olması yeterli, evde taa bir zamanlar aldığın ama bir türlü izleyemediğin bir film mutlaka vardır, evde yoksa internette kat'i suretle vardır, onu izleyebilirsin. her ne kadar artık eskisi kadar çok romantik komedi film çekilmiyor, çekilenler de eski tadı vermiyor da olsa tavsiyem bu tür üzerinedir. hatta izlemediysen meg ryan'la timothy hutton'ın oynadığı serious moonlight'ı izle. ortalamadır ama meg ryan vardır, daha ne olsundur.
ya da hepsinden dinlendiricisini yapıp, sevdiğin bir cdyi takıp kitabını eline alabilirsin.
ben bugünü, hatta hava böyle devam ederse haftasonumu battaniye, kahve, house md üçlüsüyle sürdürmeyi düşünüyorum. hayati ihtiyaçlar dışında koltuğumdan kalkmayı, hele hele evimden çıkmayı aklımın ucundan bile geçirmiyorum.
kısacası; garfield mode: on!!

Ekim 05, 2010

just let me free

yok arkadaşım
olmuyor, yapamıyorum.
"Ders" olayını sevmiyorum, sevemiyorum.

kitap okuyayım, seve seve
yazı yazayım, güle oynaya
sınavlara çalışayım, tamam
quizlere gireyim, projeler hazırlayayım, onlara da tamam
ama bana "Derse gir" deme!!!!

futboldan hiç bir halt anlamayan, futbol maçlarını hiç sevmeyen, ofsaytın tam olarak ne olduğunu bile kavrayamamış biri olarak Manchester United'la Liverpool arasında geçen 90 dakika bile, hangi ders olursa olsun, blok yapılan bir derste geçen 90 dakikadan daha tercih edilebilir olmuştur benim için..

ben ki "o kadar okuyamam ben" deyip tıp seçmemiş bir insanım. "oldu canım, 6 sene üniversite okuyayım, bir de yetmezmiş gibi tekrar sınava girip en az 5 sene daha okuyayım.imkan dahilinde bile değil!!" diye şu aralar intern doktor olan abimin "sen de doktor ol" ısrarlarına göğüs germiş bir insanım.
şimdi de "Acaba master mı yapsam? Londra'da bir okula mı başvursam, Avrupa'da bir yeri mi tercih etsem?" diye düşünüyorum.

kendimi tanımıyor olsam neyse de..
2 sene daha oku, üstüne tez yaz...
ben??
yok yok, olmaz, olamaz, olabilemez..

artık bir senior olmak koysa da zaman zaman,
okul bitmesin ya desem de,
öğrencilikle haşır neşir ilişkime senelerce daha devam etmek istesem de,
bu Boğaziçi'ne, Boğaziçi'li olmaya özgü bir durumdur.

bu sebepledir ki,
bu sabah derste geçen 100 dakikanın ardından,
gelecek planlarıma farklı bir yön çizmeye karar verdim.

eğitim sistemine sesleniyorum,
just let me free!!!!!!

Ekim 01, 2010

Aşk denen şey, adama profiterolün "aman ne var onda canım, ben yaparım" deyip de deneysel çalışmalarda bulunulmaması, gidip paşa paşa İnci'de yenmesi gerektiğini öğretirmiş...

Aşk denen şey, adama eldivensiz soğan doğratırmış..

Eldivensiz soğana dokunamayanlara bile doğrattıysa, aşk bayağı  bir şeye kadirmiş demek ki..

Yarından Korkutan Gerçekler

Günlerdir kafamın içinde dönüp duruyor söyledikleri.
Aklım almıyor, mantığım kabullenemiyor.
Kalbimse gerçekten acıyor.
Acaba diyorum, 
Ben de onlardan biri olsaydım böyle mi olacaktı hayatım?

Kuzenim Şanlıurfa'da öğretmenlik yapıyor.
Bir Türkçe öğretmeni olarak ilk görevi çocuklara Türkçe'yi öğretmek.
Yazmayı ya da okumayı değil, konuşmayı.

Yaşadıkları, gördükleri o kadar farklı ki bizim hayatımızdan.
Başlık parası eski Kemal Sunal filmlerinde kalmamış meğerse.
İlk oturduğu evin sahibi her sene bir kızını evlendiriyor, sonra da evin üzerine bir ev daha yapıyormuş.
Hatta adama kendi kızları yetmemiş olacak ki, Aysun'u da evlendirmeyi teklif etmiş;
"Senin boyun uzun, o yeter. En az 20bin edersin sen"

Okuldaki öğrencilerinin çoğunun ablası, abisi ya dağdaymış, ya da hapishanede.
Onlara "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diye sorunca aldığı cevap hep aynıymış:
"Dağa çıkıcam ben örtmenim"
Yapılan konuşmalar, ikna çalışmaları, doğruyu yanlışı gösterme çabası..
Ama cevap aynı:
"Olmaz örtmenim, dağa çıkıcam ben. Benim abim de dağda zaten. Davamız var bizim."

Her sene bütün evleri kapı kapı gezip, anne babaları çocuklarını okula göndersinler diye ikna etmeye çalışıyorlarmış mesela.
Kadınların pek söz hakkı yok.
Yıllar önce Demet Akbağ bir reklam filminde söylemişti ya,
"Ben bilmem, beyim bilir" diye; aynen öyleymiş işte.
Babaların gözünü para bürümüş,
"Ben gönderdiydim hoca çocuğumu, devlet para vericem dediydi, ama vermedi. versin parayı önce, sonra al götür çocuğu" diyeni mi ararsınız,
"Okuyup da napıcak, sonunda zaten dağa çıkıcak" diyeni mi.

Okulda aşı yapmak pek imkan dahilinde değilmiş.
Hemşireler kapıdan içeri, çocuklar pencereden dışarı...
Nedeni mi?
Basit!!
Çocuklar eğer aşı olurlarsa kısır olacaklarına inandırılmışlar.
Aşı yaptırırlarsa çocukları olamayacak, böylece onların soyu tükenecek.
Devletin planıymış bunlar hep.
İnanmaktan vazgeçmedikleri buymuş.

Babası Porsche marka jipe binerken çocuğunun okula çorapsız yırtık ayakkabıyla geldiği,
En basit tetanoz aşısının bile yapılamadığı,
Çocuğunu okutmak için devletten rüşvet isteyen anne babaların yaşadığı bir yer burası..

Kanımı donduran gerçeklerden,
Beni yarından korkutan gerçeklerden,
Her gün bir yenisinin su yüzüne çıktığı bir yer burası..


Aşk denen şey, adamın içinde ciyak ciyak bağırma isteği uyandırırmış..

Eylül 17, 2010

aşk denen şey, adama gözünün önündeki kaldırımı fark ettirmez arabanın sağ ön lastiğini patlattırırmış..

küüt!! diye bir sesle durdum, daha doğrusu durmak durumunda kaldım.
baktım arabanın sağ tarafı yaklaşık 20 cm havada duruyor.
park yeri ararken nasıl olduğunu hala çözemediğim bir şekilde kendimi kaldırımın üzerinde buluverdim.
gayet sakindim, kendimden beklemediğim kadar hem de.
geri vitese geçtim kaldırımdan indim.
bir adam penceremi tıklattı, açtım, ' tekerleğiniz patladı' dedi.
'hı hı' dedim.
10 metre kadar gidip arabayı park ettim.
indim, baktım, tekerlek patlamamış resmen parçalanmıştı.
babamı aradım,
   baba ben arabanın lastiğini patlattım
   nasıl patlattın kızım
   kaldırıma çıktım. aslında arabayı park etmeye çalışıyordum ben. ama nasıl oldu anlamadım. o kaldırımı kim yaptıysa oraya..
   (bir kahkaha sesi) bagajda stepne var kızım, yedek lastik
   yani??? ne yapacağım ben onla??
   (bir kahkaha sesi daha) tamam kızım tamam, sen park et arabayı oraya, eve git, ben gönderir birini aldırırım.
   peki...

Eylül 16, 2010

gündüzü geceye bağlarken

düşünmemek istiyorum

beynim bir şeylerle meşgul olmasınbomboş oturalım öylece



yazlığın terasında olalım mesela
rüzgar hafifçe essin
güneş uzaklarda bir yerde batıyor olsun
denizden dalga sesleriyle birlikte tuz kokusu gelsin
saralım tek bir şarkıya defalarca dinleyelim
tekrar, tekrar, tekrar


mesela the weepies söylesin
'i want only this, i want to live
i want to live a simple life'


ya da 


jason mraz'dan gelsin
'ah lalalalalala life is wonderful
ah lalalalalala life is meaningful
ah lalalalalala life is full of
ah lalalalalala life is so full of love'


mutlu hissedelim,
mutlu olalım...

Eylül 12, 2010

sadece birazcık saygı

siyasi konularda konuşmayı ya da yazmayı sevmem.
bu konuda herhangi bir tartışmaya girmeyi de sevmem.
ben böyle düşünüyorumdur, karşımdaki insan başka türlü.
adı üstünde, düşünce!!
demokrasiden, özgürlükten bahsederken insanlarla düşündükleri ya da düşündüklerim yüzünden kavga etmek insan olarak bizleri küçük düşürücü geliyor.

bugün Türkiye Cumhuriyeti tarihinde önemli bir 12 Eylül daha yaşandı.
anayasa değişikliği için referanduma gidildi.
iki seçeneğimiz vardı:
evet ya da hayır

ben başbakanın tabiriyle 'darbeci' olanlardandım.
ama hükümete değil, değişiklik paketindeki bazı maddelere karşı olanlardandım.
körü körüne dogmatik bir inancı değil, yürekten doğru olduğuna inandığını savunanlardandım.

yaklaşık 1 saat önce açıklanan resmi olmayan sonuçlara göre yaklaşık %58 ile 'evet' çıktı.

ve o andan itibaren, gerek facebook gerekse twitter hesabımdan aklımın dimağımın almadığı iletiler yazılmaya başlandı.
karşıt düşüncedeki insanları yobazlıkla, bağnazlıkla, geri kafalılıkla, cahillikle, aptallıkla suçlayanlar;
küfredenler,
saygısız ithamlarda bulunanlar,
tu kaka diyenler...

referandumda çıkan sonuç,
oy pusulasında beyaz tarafı ya da kahverengi tarafı mühürlemek,
evet ya da hayır demek,
kişinin hür iradesine kalmış olan bir durumdur.

bu tür iletilerle insanlara hakaret etmek;
saçma, amaçsız, anlamsız,
sadece sinirleri zıp zıp zıplatan bir facebook/twitter ileti savaşından daha fazlası değildir.
bir anlam ifade etmemektedir.
yapmayınız, etmeyiniz!!!

uçtu uçtu Türkler harbiden uçtu!!!!!

kerem'le birlikte ben de zıpladım potaya,
semihle birlikte ben de sıçradım o topa doğru,
hidoyla birlikte ben de bağırdım, ooooo Türkiye!!

bugüne kadar geçirdiğim en heyecanlı 4.3 saniyeydi.
bu maçtan önce bilmezdim ben 0.5 saniyenin bu kadar uzun olduğunu.

son ana kadar mücadele etmenin,
inanmanın,
istemenin,
vazgeçmemenin, 
ne denli önemli olduğunu bu maçta bir kez daha anladım.

onlar orda, sahada hop zıpladı hop sıçradı
annem babam ve ben burda, evdeki koltukların üzerinde...

inanılmaz bir heyecan,
coşkun bir mutluluk..

işte 12 DEV ADAM,
işte harbiden uçan Türkler.....


p.s. aslında yazmak istediklerim bunlar değildi, daha içten daha candan şeyler yazabilmeyi dilerdim. ama dilim tutuldu, parmaklarım uyuştu; heyecandan olsa gerek..tabii, bir de devamlı "Türkler uçuyor, Türkler uçuyor" diye sevinç nidaları atmaktan ;)

Eylül 01, 2010

bugün 1 eylül; dünya 'barış' günü

hani ben yine aynı siparişi verirken benimle beraber tekrarladın ya
"grande caramel macchiato, non fat süt ve sugar free şurup" diye..

sonra da "madem bu kadar seviyorsunuz bir makinasını alın, evde kendiniz de yaparsınız" dedin ya..

bilmediğin bir şey var, ben caramel macchiatoyu değil senin yaptığın caramel macchiatoyu seviyorum...

bu sabah yağmur var şehrimde

gri bir sabaha uyandım bugün..
açık pencereden uçuşan perdenin yüzümü okşamasıyla uyandım..
hafifçe gözlerimi aralayıp baktım dışarıya;
işte en sevdiğim istanbul...

her gününü ayrı bir seviyorum ben istanbul'un.
gündüzünü seviyorum, gecesini bir başka..
karmaşasını, kaosunu, kalabalığını...
onunla yorulmayı seviyorum, onda yorulmayı, onun için yorulmayı...
onunlayken yaşamayı bile ayrı bir seviyorum ben..

beni, kendisine ilk görüşte aşık eden bu şehir, eylül'ü en sevdiğim haliyle karşılatıyor şimdi bana..
pencerenin kenarında oturuyorum, elimde dumanı tüten bir fincan kahve, ve yağmur damlaları vuruyor yüzüme...

Ağustos 31, 2010

bir sonbahar casusu

sopsoğuk bir kıştım ben, evet, somsoğuk bir kıştım
bir sonbahar casusu gibi girdin dudaklarımın arasındaki anlama!
yaz oldum sana bütün soğukluğumla
bütün damarlarımla sarıldım sana ve senden bana kalabilecek bütün tortuya...

Küçük İskender

Ağustos 30, 2010

pişştt, gizem çetgin.. bu yazı sana!!


tarih 7 haziran 2007 perşembe..
saat gece 1.50 suları..
yer kilyos yurt odası..
fonda teoman şarkıları; ne ekmek ne de su, o, papatya...
yaşanan tatsız bir gerginlik..
hemen ardında da tadımız yerine gelsin diye yapılan mamsan süt eşliğinde şok çikolatalı puding...

ve gecenin en eğlenceli en komik anları..
sevil'in yatağında gizem, ben, gizemin cep telefonu, o telefona gelen mesajlar, yapılan yorumlar, atılan cevaplar, ve hep verilen o tepki: "book!!"

artık bu gırgıra, şamataya dayanamayıp bize katılan sevil'le birlikte daha da artan kahkahalar, üst kattaki yatağı kafamıza geçirme çalışmaları, benim vücudum daha esnek demek adına sarf edilen eforlar...

onu düşündüğüm zaman aklıma hep bu sahne geliyor.
daha çok eğlendiğimiz, daha çok kahkaha attığımız bir sürü başka an olmasına rağmen ben en çok o geceyi seviyorum.

gizem...

kilyos'taki oda arkadaşımken nasıl bu kadar yakınım oldu bilmiyorum, hatırlamıyorum.
o bazen arkadaşım, bazen kız kardeşim, bazen sırdaşım oldu.
bazen, başıma bir şey gelecek diye nerdeyse annem kadar endişelendi.

ara sıra birbirimizden uzak düştük; derslerdi ilişkilerdi başka arkadaşlardı derken görüşmelerimiz arasındaki mesafe arttı.
ama bu bizi, bizim arkadaşlığımızı değiştirmedi.

doğum günümü unuttu bu sene, şakayla karışık kızdım ona. affettirmek için bir fransız restoranına gittik beraber. ona O'nu anlattım; dinledi gülümsedi şaşırdı. o da aşık olabileceğime pek inanmayanlardandı. ilk defa birisine bu kadar rahat anlatabildim ben O'nu; birisine değil aslında gizem'e.
o da anlattı, bir sürü şey.. yaşadıklarını, kararlarını, hayallerini, korkularını..

ne zamandır birbirimizle konuşmaya ihtiyacımız varmış meğerse..
ne zamandır birbirimizin bakışına ihtiyacımız varmış meğerse..
ne kadar özlemişim ben onu meğerse...

şimdi amerika'da...
biliyorum, o bu blogun gizli okuyucularından..
bunu yazıyorum, çünkü o da bilsin istiyorum araya mesafeler girse de onu çok seven, ona hayatında hep ihtiyacı ve yeri olan bir arkadaşı var...


p.s. bu onun ilk amerika fotoğrafı.. ve çok mutlu :)

Ağustos 28, 2010

feedbackimi de alır giderim..

dün muhteşem bir finalle bu yaz için iş hayatıma son verdim.

acı tatlı 7 haftalık bir dönemi, bol kahkahalı bol öpücüklü bol iyi dilekli bir günle sonlandırdım.
bir de fazla donmuş bir rokoko ile.

ekibim gidişimin şerefine pasta keselim demiş, bir adet dondurmalı pasta almışlar. daha doğrusu dondurmadan pasta almışlar. bütün ekibin "iyi ki geldin merve" diye bağırışı eşliğinde tuğhan elinde pastayla geldi. komiklerdi, komiktim... pastayı keseyim diye beklediler, ama beceremedim. bıçağı sapladım ve öyle kaldı. sonra verdik gazı tuğhana, aslansın kaplansın yaparsın şeklinde, e adam artık mecbur; kesmeyip de karizmayı mı çizdirsin..kesti, iki eliyle bıçağa ve pastaya şiddet uygulayarak.. pasta bir şekilde kesildi ama pek yenemedi, dondurma nasılsa deyip yalayanlar oldu..

sonra tuğhan, hadi gel senle pastalarımızı benim odada yiyelim, dedi. pasta aldığım ilk lokmada kaldı. sağolsun müdürüm o ilk lokmayı da boğazıma dizdi.

efenim, hani ben memnun değildim, pek bir sıkılmıştım falan ya.. meğerse onlar da öyleymiş. geldiğim ilk 2 haftada çok sıkılmışım, bunu çok belli etmişim, çok soğuk davranmışım. hatta tuğhan, "bu kızla görüşmedeki kız aynı mı yani?" diye düşünmüş. çok şaşırtmışım onu, görüşmede çok sıcak, çok konuşkan, güleçyüzlüymüşüm; ama ofiste nemrut hatunun teki olmuş çıkmışım. tabii o tam olarak bu kelimeleri kullanmadı durumu anlatmak için. son 2 haftadaki bana bayılmış ama, işte ben buymuşum. espriler, kahkahalar, çalışmalar...
bütün ekipten feedback almış, beni çok sevmişler. çok çabuk öğreniyormuşum, çok hızlı çalışıyormuşum, hemen durumu kavrayıp gerekenleri yapıyormuşum. gerçi hızlı çalışma kısmını daha önce tuğhan sitemkar bir şekilde dile getirmişti ben iş yok sıkılıyorum dediğimde "sen de çok hızlı çalışıyorsun canım, 1 haftalık işi 3. günde teslim ediyorsun" diye..

konuşma karşılıklı olarak feedback şekline dönüşünce ben de epeyce bir konuştum, zaten çok konuşurum bir de nasılsa son gün diye iyice çenem düştü. düşündüklerimi oldukça nazik bir dille aktardım. şikayetlerimi söyledim. kimisine hak verdi, kimisini savundu. baktım ki konuşma ilerledikçe benim itiraflar da artıyor, dedim kendime kızım daha abuk sabuk bir itirafta bulunmadan çık şu odadan.

sonuçta, bütün ekiple kucaklaşarak ayrıldım, bizi gelişmelerden haberdar et tembihleriyle. sıkılmış da olsam bazen bırakıp gidesim de gelmiş olsa hatta bazen işten ve iştekilerden nefret de etmiş olsam harika bir ekiple harika bir deneyim yaşadım..

IMS Health satış ekibine sonsuz teşekkür eder, feedbackimi de alır giderim efenim ben..

artık yolcudur abbas bağlasan durmaz ;)

Ağustos 21, 2010

erken kaybedenler

irem bahsetti ondan ilk.
mutlaka oku, dedi.
dediğini yaptım, hemen ertesi gün gidip aldım kitabı.
o akşam da okuyup bitirdim.

benim özel kitaplarından artık o da.
tekrar tekrar okuyacağım kitaplardan.
kitaplığın tozlu raflarında kalmayacak olan kitaplardan.

erken kaybedenler, kitabın adı.
emrah serbes de yazarının...

yoldan çıkmış bir neslin manifestosu diye tanımlıyor yazar kitabını. toplam 8 hikaye var kitapta, hayatta erken kaybetmiş olan 8 erkeğin hikayesi. gerçek, yalın hikayeler bunlar. "her hikaye kaybetmenin hem mizahi hem de hüzünlu bir şekilde gönülden tasviri.."* bu hikayelerle belki erkek arkadaşınızı daha iyi anlayacaksınız, belki de kendinizi...

ben aldım, okudum, çok beğendim.
siz de alın, okuyun.. eminim beğeniceksiniz...


p.s. emrah serbes'in bazı yazılarını okumak için burayı tıklayabilirsiniz.

* ekşisözlükten alıntıdır..

Ağustos 20, 2010

ilk izlenimimdir, es geçiniz!!!

bugün sevdiğimi yarın sevmeyebiliyorum.
bugün nefret ettiğime üç gün sonra bayılabiliyorum.

ilk izlenimlerim hep kötü olmuştur benim. bir insanla ya da bir durumla ya da bir işle ilgili hissettiğim ilk duygularımın hep tersi çıkmıştır. ilk görüşte sevdiğim şeyler sonunda kötüye gitmiştir. bir heyecanla başladığım işlerin sonu hep hüsran olmuştur. ilk gördüğümde aman hiç sevmedim ben bunu dediklerim de sonunda hep beni mutlu etmiştir.

mesela benim lisede çok yakın bir arkadaşım vardı, ceylan. ilk andan itibaren sevmiştim ben bu kızı. gayet mutlu mesur giden bir dostluktu(!) aramızdaki. ta ki aynı evi paylaşmaya başladığımız güne kadar. 7 yıllık arkadaşlığımızın son 1,5 senesini aynı evde geçirmiştik ve şimdi dönüp baktığımda o evle ilgili hatırladığım hiç bir tatlı anıda kendisi yok. 1,5 senenin sonunda birbirimizden nefret ederek aramızdaki ilişkiyi seviyeli(!) bir şekilde bitirdik. neyse efenim konuyu dağıtmayayım, ceylan'ın çok yakın bir arkadaşı vardı, çocukluk arkadaşı gizem; gerçi şimdi onlar da küs ama neyse. ben bu gizem'i ilk gördüğümde hiç sevmemiştim. "ay ne gıcık kız o öyle, çok şımarık bir kere, hiç sevmem böylelerini" dediğimi çok net hatırlıyorum; sanki ben bulunmaz hint kumaşıyım da milleti beğenmiyorum. günler geçti, hatta aylar, ve hatta yıllar geçti. biz gizemle çok iyi iki arkadaş olduk. evet şımarıktı ama benim kadar değil. evet gıcıklıkları vardı ama beraber çok daha gıcık olabiliyorduk. sonuç olarak, şu an ceylanla konuşmuyoruz ama gizemle de bir başladık mu konuşmaya susmayı unutuyoruz. muhtemelen şu günlerde ceylanı görsem yüzümü çevirir görmezlikten gelirim ama gizemi görsem kocaman sarılırım.

bir başka mesela da, iki yazlık iş hayatımla ilgili. geçen yaz yaptığım 3 aylık stajımı eğer sevil beni ikna etmemiş olsaydı ilk haftasında bırakıyordum. "çok sıkıcı, çok iğrenç, çok nefret ettim ben bu işten" gibi serzenişlerimi dindirdi, her sabah işe gitmem için beni ikna etti. ve ilk iş deneyimimi çok iyi bir ortamda tamamlamamı sağladı. ayrılırken üzülmüştüm ve bütün iş yerlerim böyle olur inşallah diye düşünmüştüm.

bu yaz da staj yapıyorum, önceki yazılarımı okuduysanız, bunun gibi, sancılı bir süreç olduğunu hatırlarsınız. bu yaz işe başladığım ilk gün nasıl güzeldi, nasıl iyiydi anlatamam. çalışanlar çok yakın, çok sevimliler. beni hemen içlerine aldılar, ekipten biriymişim gibi. ilk günden iş yapabileyim diye bilgisayarıma bir sürü program yüklettiler, kendi sistemlerini öğrenebileyim diye eğitime bile gönderdiler. ayy çok süper, modundayım yani. n'oldu? bir hafta sürdü sonra facebookla, twitterla, ekşisözlükle, google newsle geçen günler başladı. arada bir oyalanatım diye verilen iler. data çek merve, o dataların excelde grafiklerini çiz merve, hadi şimdi bu grafiklerden bir powerpoint sunumu hazırla merve. ali topu tut, ışıl ılık süt iç tadında bir hayat yani.
çalışanlardan bazılarına uyuz oluyorum, aslında sadece bir tanesine. böyle elime verseler bir kaşık suda boğabilirim. nasıl gıcık, nasıl itici. bir de ben onu ilk gün çok sevmiştim. neyse stajımın bitmesine hem 5 iş günü kaldı, hem de ekibin geri kalanını seviyorum allahtan da dayanabiliyorum.

velhasılıkelam, görüyorsunuz ki ilk izlenimim çok da güven uyandırıcı bir geçmişe sahip değil. o yüzden gün gelir de ilk izlenimim gibisinden bir cümle kurarsam kulak asmayınız, kesinlikle dikkate almayınız, "he" deyip geçiniz...

Ağustos 19, 2010

okumaya bile kıyamıyorum

kitaplarım değerlidir benim.

insanlarla her şeyimi paylaşabilirim ama kitaplarımı asla. arada bir kıramadıklarım çıkıyor ama verirken içim gidiyor. (o kıramadıklarımdan bu blogu okuyanlar var biliyorum, yüzünüze söyleyemiyorum ama n'oooluur kitaplarımı istemeyin benden.)

ama bazı kitaplarım daha değerlidir, nedensiz. belki yazarını ayrı bir seviyorumdur, belki hikayeyi beğenmişimdir, belki de kapağı hoşuma gitmiştir.

okumaya kıyamadığım kitaplarımdır onlar benim.
okumak için uygun zaman şimdi değil, dediğim kitaplarım.

okumadan önce yerine getirdiğim bir takım ritüellerim vardır mesela. o kitaplar yatarak okunmaz. sıcakta okunmaz. mayışmış bir halde zaten okunmaz. o kitaplarda altı çizilecek satırlar varsa yumuşak uçlu bir kurşun kalemle çizilir.

okumadan önce kahvemi yaparım, ışığımı ayarlarım, fona enstrümental bir müzik eklerim, koltuğuma gömülürüm, kitabımı alırım elime. işte hayatımda en zevk aldığım anlardan birisi, kendimi en huzurlu en mutlu hissettiğim anlardan..

bu yazın başında da böyle bir kitap aldım. kitap çıkalı çok oldu aslında ama ben almamıştım. kürşat başar'ın başucumda müzik adlı romanı. aldığım gün okumaya başladım, 10 sayfa okuduktan sonra onun da o özel kitaplardan olduğuna karar verdim ve "şimdi değil" deyip okumayı bıraktım. 3 aydır okumak için uygun bir zaman dilimi yaratmaya çalışıyorum. araya nerdeyse 10 tane kitap girdi, ama onun zamanı gelmedi.

şimdi zamanı gelsin diye bekliyorum...

yaz bitmeden

yapmayı planladığım çok şey vardı bu yaz için. bazıları küçük bazıları büyük planlar.

italya'ya gidecektim mesela. yaklaşık bir buçuk aylık bir dil okulu. dil okulu bahanesiyle italya'yı fethetmeyi planlıyordum. ama olmadı. staj durumumun karışıklığı, ders tarihlerinin bir türlü uymaması falan filan derken bu planlarımın üzerine fosforlu kırmızı bir kalemle kocaman bir çarpı çiziktirdim.

fotoğrafçılık kursuna başlayayım, değişiklik olur, hem severim ben fotoğraf çekmeyi dedim. sonra fark ettim ki ben fotoğraf çekmekten çok fotoğraf çektirmeyi seviyorum. bir de reninle irem ekimi bekle, beraber gidelim diye bir fikir atınca ortaya çok mantıklı geldi, ekime erteledim.

bizim çocuklarla tatile gideyim, işten perşembe cuma izin alırım haftasonuyla birleşince 4-5 günlük tatil olur, çok hoş olur dedim. ama benim pek sevgili arkadaşlarım bir türlü o narin popolarını oturdukları koltuklardan kaldıramadılar.bütün yazı bu sıcakta istanbulda geçirdim, ve hala geçirmekteyim.

okumak için bir sürü kitap, izlemek için bir sürü film aldım. cevahir ve etiler d&r çalışanlarından bir çoğu tanıyor artık beni.hatta d&r kartımda biriken puanlarımla 2 tane film bile aldım, düşünün ne çok puan biriktirmişim yani ne çok alışveriş yapmışım. aldığım kitapların daha yarısını bile okumadım, filmlerin ancak üçte birini falan izlemişimdir. filmi açıyorum 15 dakika sonra uyumuş oluyorum, kitabın 10. sayfasından sonrasını hatırlamıyorum ya da.

odamda değişiklik yapayım dedim. sıkıldım artık bu halinden dedim, bu odaya siyah kadife bir koltuk ve kırmızı bir sehpa çok yakışır bir de okuma lambası süpper olur dedim. ama bir türlü kendimi ikea'ya gitme konusunda ikna edemedim.

ama başardığım bir şey var, 8 aylık bilgisayar yokluğuma kendime mini minnacık bir elma alarak son verdim. bir önceki bilgisayarımı düşürerek kırmış olmam arkasından serviste geçen aylar süren bir süreç ve "merve hanım bilgisayarınızın arka bilmemnesi kırılmış, ve ekrana giden kablolar kopmuş, ve sonuçta bütün dirençleri yanmış. küçük de olsa yapılma ihtimali var, yaklaşık 1500 amerikan dolarına mal olur, kdv hariç" diye gelen bir telefon sonrasında "yapmayın istemiyorum, yeni bilgisayar falan da almıyorum" diye fıttıran ben. allahtan sevilcik'in bilgisayarı vardı ve biz günü zıt zamanlarda yaşıyorduk da bugüne kadar sorunsuz idare ettik. sonunda artık yeter dedim gidip kendime bembeyaz bir mac aldım, nasıl tatlı nasıl şirin bir şey. nasıl da çalışkan. o şimdi sadece bir bilgisayar değil aynı zamanda benim küçük sevgilim. istediğim her şeyi sorunsuz yerine getiriyor. ben de ona çok kibar davranıyorum. şarjını temizliğini eksik etmiyorum. aramızdaki ilişkinin uzun süreli olacağına yürekten inanıyorum.

kimisini iptal ettiğim kimisini ertelediğim planlarımla acı tatlı bir yazın daha sonuna geliyoruz. yaz sonunu, ilköğretim kitaplarındaki yaz ayları haziran temmuz ağustos aylarıdır şeklindeki beyanatlara dayanarak söylüyorum. yoksa yazın sonunun gelmediğini ve hatta ben tatile eylülde başlayacakken bitmesinin mümkün olmadığını biliyorum. ve yaz bitmeden daha yapacağım çok plan olduğunu da...

Ağustos 14, 2010

siz de dinleyin diye

bu aralar repeat'e aldığım iki tane şarkım var... halet-i ruhiyemi pek bir iyi anlatıyorlar sanki..

birincisi; dee edwards'ın söylediği why can't there be love..
ikincisi de; morrissey'in seslendirdiği let me kiss you..




Ağustos 10, 2010

incelikler yüzünden

bazen öyle bir noktaya geliyoruz öyle şeyler yaşıyoruz ki;
artık bu son nokta diyoruz.
bundan daha kötüsü olamaz diyoruz.

ama oluyor.
hep daha kötüsü yaşanabiliyor.
ve maalesef yaşanıyor.

güveniyoruz birilerine..
yaşamımıza alıyoruz
hayatımızın en içine girmesine izin veriyoruz
gizlerimizi, saklı kalmış gerçeklerimizi anlatıyoruz..

ve onlar,
güvendiğimiz birileri,
namahremlerimize saldırıyorlar..
haince, alçakça
insanlık dışı dediğimiz şekliyle

acıyoruz..
belki kendimize
belki yaşadıklarımıza
belki de ruhumuza;
taşıyamayacağı yükler yüklendiği için
kaldıramayacağı taşların altına zorla girdirildiği için

acıyoruz..
güvendiğimiz birilerine..
bu kadar aciz oldukları için
sevgiden bu kadar yoksun oldukları için
insanlık suyundan bir yudum bile içememiş oldukları için
hayata karşı bu denli zayıf oldukları için
sevmenin ve sevilmenin tadına hiç varamadıkları için

yaşadıklarımız bizi hayata karşı bir parça daha güçlü kılıyor.
sabah yatağımızdan biraz daha büyümüş olarak uyanıyoruz.
gece gözlerimizi kapadığımızda biraz daha korkak ama bir o kadar daha güçlü oluyoruz.
yan odadan gelen ufacık bir çıtırtı yüreğimizi ağzımıza getirse de biz o odaya daha kendimize güvenli adımlarla yürüyoruz.

yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var, diye mısralar yazmış ya Ataol Behramoğlu
öyle, yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz şeyler var..
bazen yüzde gülümsemelerle
bazen de canımızı acıta acıta, yaralarımızı kanata kanata
öğrendiğimiz şeyler...

Ağustos 09, 2010

aşk denen şey, adama küp şekerle sütlaç yaptırırmış..

ama olmuyor, ama bir türlü tutmuyor kıvamı. hep mi cıvık olur, hiç mi donmaz bir sütlaç. kanımca annem tarifi eksik veriyor. evet evet eksik veriyor, yoksa ben gayet güzel yapabilirim.. yapabilirim.. evet evet yapabilirim...

Temmuz 26, 2010

bugün benim doğum günüm..

bugün benim doğum günüm; küçük bir hediye almak istedim kendime.

yıllar geçsin bugünün üzerinden, yeni yaşanmışlıklar eklensin hayatıma, ve ben bu küçük hediyeye bakayım bu yılı hatırlayayım istedim. 22. yaşımı hatırlayayım.

kazandıklarımı,
kaybettiklerimi,
öğrendiklerimi,
görmezden geldiklerimi,
korkularımı,
kahkahalarımı,
yaptıklarımı,
yapamadıklarımı,
içimde kalanları,
"keşke"lerimi,
"iyi ki"lerimi,
22 yaşındaki beni...

bu sene çok şey yaşadım ben, çok şey öğrendim, çok şey unuttum. büyüdüm, olgunlaştım ama yine de küçük kaldım, yine de çocuk kaldım.

arkadaşım diye sarıldıklarımın öyle olmadıklarını gördüm, "arkadaşım değilmiş demek ki" dediklerimin en yakın dostlarım olduklarını öğrendim. berbat bir dönemin ardından rüyalara yaraşır bir sene geçirdim.

yeni insanlarla tanıştım. hayatıma başkalarını kattım, yeni sayfalar ekledim defterlerime, bazılarını da koparıp attım. önyargılarımı kırdım ben bu sene; insanları yargılamayı bıraktım. kimisini olduğu gibi kabul ettim, kimisini yok saydım.

daha özgür bir sene yaşadım. içimden geçenleri oldukları gibi döktüm. eveleyip gevelemedim söyleyeceklerimi. söyleyemediklerimi de yazdım.

yine çok konuştum, durmadan konuştum. yine çok güldüm, kahkahalarımı arka arkaya patlattım. bazen de çok ağladım, gece 4te ühühühühü diye uyandım.

ben imkan dahilinde olamayan aşkı tattım bu sene, yarına umutsuzca umutla bakmayı öğrendim. hayatımın en mutlu gecesini yaşadım 24ünde mayısın; en lanet gününü kutlamaya gittiğimde. kalp atışlarım 200ü gördü, bacaklarım tir tir titredi. dokunmanın verdiği heyecanı hissettim.

korkaktım ama ben bu sene; aşka karşı korkaktım, sevdiğim adama karşı korkaktım. her yerde vıdı vıdı konuşurken onun yanında sustum. sessizliğim büyüdü, devleşti, kendi sessizliğimden korktum. yapma dedim, sözümü dinletemedim kendime; yap dedim, yine asiydim kendi söylediklerime. ne gidebildim ben ne de kalabildim. ne sevebildim içimden geldiğince ne de vazgeçebildim ondan. takılıp kaldım; böyle mutluydum, böyle mutsuzdum. dengesizliğimden korktum. acının anaforuna doğru süratle sürüklenirken cennetten bir bahçede gibiydim. hissettiklerimden korktum.

bugün benim doğum günüm; küçük bir hediye almak istedim kendime.

ama vazgeçtim; onun yerine kendim için bir dilek tuttum.. daha cesur olmayı diledim, kendime karşı, aşka karşı, hayata karşı daha cesur bir yaş diledim ben bu sene...

Temmuz 15, 2010

işimdeyim gücümdeyim

en az sevdiğim kadar nefret ediyorum işimden. en az çıkıp gitmek istediğim kadar bu ofisten oturup kalmak istiyorum son derece rahatsız olan bu mavi koltukta. 4 gündür devamlı oturuyor olmaktan popom azıcık düzleşmiş olsa da bilgisayarı bir türlü kapatamıyorum. üstelik 1 değil 3 farklı analiz programı birden çalışır durumdayken. excel book sayısını saymıyorum bile.

efenim, bendeniz pazartesi günü epeyce sancılı bir süreçten* sonra yeni bir staja başladım. artık IMS Health Türkiye'de satış departmanındayım.6 tane taş gibi manager hatundan bi adet de yakışıklı, kaslı, pek hoş directordan oluşan bir ekip. artık bir adet de benden var bu ekipte.

ilk gün her şey toz pembeydi. nasıl sıcaklar, nasıl sevimliler, nasıl cana yakınlar. pıttadanak aldılar beni de içlerine. haftalık toplantılarına bile ilk günden dahil edildim. kendilerinin kullandıkları bir data analiz sistemleri var, onu öğretmeye başladılar. kolay zevkli bir şey. daha doğrusu öyle idi.
data çekmek hala eğlenceli ama o datalarla ilgili pazartesi günkü toplantıya bir analysis report hazırlamak hele de konuyla ilgili bu denli boşken hiç eğlenceli değil.

"ABBOTTun ATC3'teki antagonist bilmemnesinden cumulative sharei 5%in üzerinde olan co-molecule yapılı productları top5ta toplar mısın? a bir de mümkünse melt tab olsun"

HÖÖNKK!!

ne diyorsun hocam sen?? Aynı dili konuşsak çok daha kolay anlaşacağımızı düşünüyorum. Ben türkçe konuşurum genelde, ingilizcem de vardır. italyancada da çata pata anlaşırız bir şekilde. 3ünden birini seçsen hani..

tamam, azıcık abartmış olabilirim. tamam, alt yapıları, databaseleri bu bilgiyi sağlayabilecek kapasiteye de sahip olabilir. tamam onlar benden bu kadar komplike bir bilgi istememiş de olabilirler(ama bu istemeyecekleri anlamına gelmiyor). ama arkadaşım ilk haftadan analiz mi yaptırılır. ben ne güzel puccanın kitabını almıştım, stajda okurum diye. şu hale bak. nelerle uğraşıyorum.

hayır sorun uğraşmak da değil, bu uğraşlar beni farklı düşüncelere sevk ediyor. iş hayatı denilen şeyden soğuyorum. zaten saygı, sevgi ve ihtiyaç çerçevesinde ilerleyen bir ilişkimiz var kendisiyle. yıpranalım istemiyorum. iki tarafa da zor.

yok yani işmiş güçmüş bana göre değil. üniversiteye ilk geldiğimdeki düşüncem en doğrusuymuş aslında. niye işletme dedikleri zaman, zengin koca bulup onu işleticem ondan derdim. en güzeliymiş anacım. vallaha demet'in dediği gibi evli, mutlu, çocuklu olmak istiyorum ben. ohh mis gibi hayat. tek dert; bugün keki üzümlü mü yapsam çikolatalı mı?

sadede gelirsek, bugün 4. günümdü ve acaba bırakıp gitsem mi diye düşünmedim değil hani? daha önce istifa ettim bir kez daha edebilirim. ilkinde müdürüm kabarık saçlı çirkin bir kadındı, kal diye ısrarına rağmen hayır diyebilmiştim. amma ve lakin ki bu seferki müdürümü göz önünde bulundurursak kendime güvenim tam değil.


p.s. şirketle ilgili en uyuz olduğum şey blog erişiminin engellenmiş olması. facebook a twittera çatır çatır girebiliyorken bloguma yazamamak sinir ediyor beni. o yüzden bu yazıyı facebook notes a draft olarak kaydedip daha sonra copy-paste yapmaya karar verdim.

p.s.2. ayy bu yazı pek bi içten olmuş...


* epeyce sancılı süreçten kasıt: yaklaşık 1 ay önce biofarmada staja başlanır, ancak şirket istanbul sınırları içinde gibi gözüksede aslen değildir, üstelik servis de sağlanmamaktadır.. bu, zavallı biçare merve'nin günde yaklaşık 4 saat yol çekerek iett ile ulaşımını sağlaması gerektiği anlamına gelmeketedir. e doğal olarak, staj 2. gununde terk-i viran eylenir. yeni bir staj aranmaya başlanır, zaten anlaşılmış olan bir firmada tarih erkene alınmak istenir. ama gerizekalı firmanın gerizekalı ik ekibi son derece özensiz çalışmalar yapıp onaylandı sanılan stajın henüz konfirmasyonunun yapılmadığını söyler, hem de beni 10 gün oyaladıktan sonra. içinden, sessizce bilinen en okkalı küfür savurmuş olarak yeni bir şirket arayışına başlanır. bu sefer de yine yeni değil de aslen eski olan bir şirket aranır. daha önce görüşülen ama tarihlerde anlaşılamayan, benim tarafımdan kısmet değilmiş efenim tribi atılan firmanın müdürüne mail atılır; böyle böyle oldu ben biofarmayı bıraktım siz başka stajyer bulmadıysanız ben başlayabilirim yazılır.(tughan zaten ilk görüşmede söylemişti, sen biofarmaya 1 hafta ancak dayanırsın orayı bırakınca ara beni biz seni burda başlatalım diye. ne ileri görüşlü adammış ayol.) ve 'uzun dönem' staj hemen, direk, oracıkta, o anda onaylanır pek sevgili müdürüm tughan demirbilek tarafından.

Temmuz 09, 2010

ilk

ilk aşk...

en özelidir,
en güzelidir,
en saf olanıdır,
en unutulmayanıdır,
yıllar geçse de üzerinden, tatsız olmuşsa da yaşananlar gülümseyerek hatırlanandır.

ilk aşk...

ukdesi kalır kalplerde,
yaşanan koşulsuz, hesapsız sevgiye hasret olur hep yürek,
özlem duyulur o günlere.

ilk aşk..
ilk görüş..
ilk çarpıntı..
ilk dokunuş..
ilk buse..

ilkler hep kalır, hep hatırlanır...
ilkler hep biter...
ilkler hep yenilere gebedir...
ilkler hep bir sonraya açılan kapıdır...

bir sonraya açılan kapılarımız hep umut dolu olsun, hep mutluluk dolu olsun!!

p.s. nerden esti bilmiyorum ilk aşkım geldi aklıma, ve ben ilk defa sadece iyi anıları hatırladım, ilk defa sadece gülümsedim...

aşk denen şey, adama kapalı telefona 'telefonu aç' diye mesaj attırırmış..

Temmuz 07, 2010

şarkılardır beni benden alan

şarkılardanmış meğerse benim son günlerdeki depresif hallerim..
dinlersen en hüzünlü aşk şarkılarını özlersin uzaktaki sevdiceğini pek tabii..
dinlersen sertab, levent, sezen üçlüsünü okursun lanet kaderine..

bir playlist yapmışım ki efenim sormayın gitsin...
sen de başını alıp gitme ne olur'la başlıyor, beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın'la devam ediyor. veremem sana acımı'yı da eklemişim ki kimse tutamasın da depresyon denen girdabın derinliklerine süresiz tatile çıkabileyim.
levent'in yeni şarkısı favorim olmuş, aşk mümkün müdür hala. gripin akşamlarla ikinci sırayı almış top listemde. ceynur'dan ötesi yok'u dinlemişim oturup yeni bir yazı yazmışım, öyle sevdim ben onu diye.

ama fark ettim, acı bir şekilde olmuş da olsa içinde bulunduğum ahval ve şeraitin vahametini idrak edebildim. bu sabah tartıda 5 ile başlayan sayılara çıkmış olduğumu kocaman olmuş gözlerle gördüm.

kaç gündür içimdeki boşluğu doldurmak maksatıyla; adana dürüm olsun, urfa kebap olsun, lahmacun olsun, iskender olsun, lazanya olsun, çekirdek olsun, çikolata olsun, krep olsun elime geçirdiğim her şeyi yedim.
şarkıları dinledikçe depresyon katsayım arttıkça içimdeki çikolata miktarı da artsın istemişim; oturup bir kilo profiterol yemişim mesela. evet yapmışım, hatta yaptım.

sonuç mu??

yıllardır 47-49 arası giden gelen kilom olmuş mu size 51...
şimdi diyeceksiniz ki 'amaaan canım ne var 51'de'. 51'de bir şey yok zaten, sorun benim 1.60ı bile bulmayan boyumda.
anlaşmazlığı bir karış olan boyumla her gün biraz daha büyüyen göbeğim yaşıyor. korkmuyor değilim hani yakında enine boyuna bir insan olacağım diye, eniyle boyuyla bir!!

peki, ne mi yaptım?

hemen playlistimi değiştirdim. lady gaga, beyonce, shakira, tarkan, serdar, demet takılıyorum artık. devamlı dans eder haldeyim, koşuşturup duruyorum. depresyondan aşk acısından da eser kalmadı.(special thanks to demet) ne kadar çok hareket o kadar az kilo o kadar az hüzün...
yarından tezi yok spora da başlıyorum, bu akşam jübilemi yapayım da bir.

hele bir tekrar 47 olayım, o zaman görüşürüz sertab, levent, sezen üçlüsü ve de depresyon dehlizleri...