Haziran 24, 2010

veda...

'niye ben?' diye soruşu vardı ya bihter'in...
telefonu 'canım' diye bir umutla açışı 'peki' diye acıyla kapatışı vardı ya...

bugüne kadar izlediğim en güzel dizi finaliydi...

itiraf ediyorum, final bölümünün senaryosu internete düşünce bulup okudum, okuduk. akşam diziyi izlerken bile senaryo açıktı bilgisayarda. şimdi bunu diyecek, böyle bakacak, şöyle yapacak deyip durduk.

ama, ama, ama....

bihter'in duştan çıktıktan sonraki sahnelerinde kelimenin tam anlamıyla kilitlenip kaldık.

o kadar güzel, o kadar içten, o kadar gerçek sahnelerdi ki... sahnenin muhteşem ışığı, karakterlerin bir araya gelişi, beyazlar içinde olmaları, aslında masum oluşları... kıvanç tatlıtuğ'un bütün bölüm devam eden kötü oyunculuğu bile daha iyiydi sanki bu sahnelerde. bihter'in umutsuz bakışları, vazgeçişi, acı çekişi, ve o tetiği çekişi, yere düşüşü... ne kadar güzel sevmiş meğerse bihter... ne kadar cesurmuş meğerse kadın...

beren saat'in bu gece harikalar yaratacağını biliyordum ama bu kadarını ben bile tahmin etmemiştim. takdire şayan bir performanstı, ayakta alkışlanacak bir performanstı.

vesselam, unutulmayacak bir finalle unutulmayacak bir dizi oldu. emeği geçenlerin ellerine sağlık!!


p.s. her şey iyi güzel hoş da, en sonda şu matmazel mutlu oldu ya, ben de buna uyuz oldum. pis fitne fesat fransız çakması kadın... orda bihterciğim intihar etmiş, taş bebek gibi hatun ölmüş; adnanla nihal çökmüş; matmazel saç baş yapılı üstünde evin hanımı havasıyla kapıyı kilitliyor, arabaya biniyor, amacına ulaşmış adnancığını kapmış.hıh.. salon kadını çizgimden kayıp o kadını saç baş yolasım gelmedi değil hani; geldi!! ama 'sonuçta dizidir' dedim, kendimi tuttum..

düşünmekten vazgeçtim

düşünüyorum!!!

günlük hayatımı, okulumu, derslerimi, bölümümü... 'ne işim var benim burda?' diyorum.
'olmak istediğim yer gerçekten burası mı?' diye soruyorum...
acaba okulu bıraksam mı, diyorum..
okulu bırakıp ne yapacağım, diyorum..

düşünüyorum!!

gastronomi okurum. çeşit çeşit yemek yaparım, özel soslar hazırlarım. pasta!! evet evet, mis gibi kokulu kekler, kurabiyeler, cheesecakeler...
ama ben eldiven olmadan elimi o malzemelere süremem ki. ben oje sürmeden gezemem ki. ben soğanın kokusuna dahi dayanamam ki.
olmuyor, vazgeçiyorum...

düşünüyorum!!

bir sanat atölyesine başlarım. resim yaparım, yağlı boya tablolar mesela. bir sergi bile açabilirim ilerde. soyut çalışırım, sessizliği anlatırım belki, severim ben sessizliği. karanlık geceyi anlatırım, karanlık geceyi ıslatan yağmuru ya da.
ama sonra bu dönem aldım painting dersi geliyor aklıma, kendime 10 üzerinden 3 verişim, hocanın istersen dersi drop et deyişi...
olmuyor,vazgeçiyorum...

düşünüyorum!!

bir oyunculuk akademisine giderim. gerçek oyunculuk, arkadaşlara oynanan küçük oyunlardaki küçük oyunculuklar değil. başrol hatta... sahneye çıkarım... tiyatro sahnesinde ben, salonda yüzlerce izleyici. nefes kesici bir güzellik...
ama olmaz, ben rol seçerim, onu oynamam bunu demem. sanatta kural olmaza inanmam ben.

düşünüyorum!!

tekrar üniversite sınavlarına hazırlanırım, belki tıpa giderim bu sefer. doktor olurum. annem hep benim de doktor olmamı istemiştir zaten. ne kadar gurur verici bir meslek, hayat kurtarıyorlar daha ötesi var mı..
ama ben hastane kokusuna dayanamam ki, midem bulanır başım döner. bu da olmaz...

düşünüyorum!!

ben okuyabileceğim en iyi bölümde okuyorum, tam benlik!! evet, olmak istediğim yer tam olarak burası...

düşünüyorum!!

işletme iyidir, finans iyidir, analitik düşünce iyidir, rakamlar iyidir...

düşünüyorum, ve artık düşünmekten vazgeçiyorum. kimlik bunalımlarına son veriyorum, hayatımın keyfini çıkarıyorum!!

Haziran 23, 2010

yolculuktan notlar, bölüm 1

Oldum olası yolculukları sevmemişimdir ben. 1 saat ya da 16 saat fark etmez; ister uçakla, ister trenle, ister kendi arabanla... Sevmem ben yolculuğu. Yolculuk mevzu bahis olduğunda bile içimi sıkıntı kaplar.

Bundandır 3 senedir Dilara'nın yanına Kırıkkale'ye gitmeyişim, Harun'un yanına Ankara'ya. Bundandır İzmir'dekilerin bana her daim sitem etmesi.

N'apayım arkadaşım, bu bünye yolculuk dendiği zaman fıttırıyor.

Ama nasıl olduysa neden olduysa bilinmez, bu haftasonu Eskişehir'e gitme kararı aldım. Kararı uygulamaya koydum. Bindim trene, çuf çuf çuf....

***

Şu an trendeyim, hiç de çuf çuf bir yolculuk değil. Gayet rahat koltuklarda, mis gibi klimalı vagonlarda normal insanlar için oldukça rahat bir yolculuk, oldukça da eğlenceli.

Çaprazımda oturan teyzeler pek bir alem. Ufak çaplı bir altın günü organizasyonu yapıyorlar. Kurabiyeler, poğaçalar, kekler, çaylar da şirketten... 'Keşke Nişantaşı'na gitseydik, haftasonu ya bugün ünlüler sanatçılar falan alışverişe geliyorlarmış oraya. Ebru Şallı falan. Nurgül Yeşilçay çocuğunu getiriyormuş, görürdük belki.' dediklerini duydum bir ara. Suratımda kocaman bir sırıtmayla izliyordum ki gözgöze geldik kendileriyle.

Ve tam şu anda ben önümdeki küçük deftere bunları yazarken, penceremin kenarında bir çocuk ağlıyor, 25 yaşlarında biri. 'N'oluyoruz ya?' derken önümdeki koltuğa oturan (duraktayız) kızın da ağladığını fark ediyorum. Kanımca iki sevgiliden biri uzağa gidiyor. Bu trenle gidebileceği en uzak yer Eskişehir. O da burdan 2 saatlik bir mesafe. Niye ağlıyorlarsa? Tamam tamam ben anlamıyorum bu aşk meşk işlerinden...

ve yine şu anda, benim fark ettiğimi teyzelerde fark ediyor, ve kızı aralarına alıyorlar.'Ya ben ya ben???' Aşk olsun, ben burda 2 saattir size bakıyorum, yazımda sizi anlatıyorum, ama siz bana bir dilim keki çok görüyorsunuz. Öyle olsun bakalım, unutmayın ki kalem benim elimde, okuyucum benim yazdığımı okuyacak, sizi benim anlattıklarımla betimleyecek kafasında...

'Ne diyorum ben ya, yok anacım yolculuk bana yaramıyor!!'

***

Yola çıkalı 2 saatten fazla oldu. Güneş de bizimle beraber yol alıyor. O batıyor, biz de adım adım yaklaşıyoruz Eses'e..

***

Karaçam köyünden geçiyoruz şimdi. Çok güzel, yemyeşil... Yeşilin bu tonunu görmeyeli çok oldu. Evler de çok güzel.. Dağ evleri, çatılı falan, ahşaptan.. Çok şirinler... Ama soğuk olur bunlar kışın, ısınması da zordur. Gıcırdar da bunlar, hele bir de tahta kurusu olursa, aboooo....

***

Yemek vagonundayım, siparişimi verdim bekliyorum. Ortam tam kafaları çekmelik. Meze ağırlıklı bir menü var zaten. Fonda Zeki Müren çalıyor. Sanat güneşimiz özlediğim sesiyle söylüyor 'zevke veda neşeye de, veda artık her şeye.. arzular bir bir hayal oldu....'

***

Trende bir sürü 20li yaşlarda genç var. Çoğunun kulağında bir kulaklık hafifçe ayaklarıyla ritm tutuyorlar, geri kalanları da uyuyor. Bazı erkeklerde gazete var, spor sayfası açık.
Trende 50 yaşın üstünde amcalar da var, ve onların elinde birer kitap...

***

Esin aradı, 'Nerdesin?' diye sordu. 'Yoldayım' dedim... Yok yok yolculuk bana cidden yaramıyor.

***

25 dakikalık bir rötarla yola çıktık sonunda. İstanbul'a dönüyorum. Saat 9 suları... Katre katre kararıyor gece. Ben yine elimde bir bardak kahveyle kararan geceyi seyrediyorum. Elif Şafak'ın romanı vardı aslında elimde, Mahrem. Ama gece ve sessiz dışarısı o kadar göz alıcı ki...

***

Sıkıldım, bütün vagonları dolaştım. Artık beni tanımayan yok bu trende...

***

Arka taraflardan 9-10 yaşlarında bir çocuk 'Anne frijit ne demek?' diye sordu. Anneden cevap yok.

***

Annem 6, babam 4 kez aradı. Yolculukta yanyanayız sanki. Saatin geceyarısını geçmesi ve benim hala dışarıda olmam onları gerçekten korkutuyor. Halbuki bilseler.... Neyse kamuya açık alanlarda yazmamak lazım böyle şeyleri...

***

Saat 00.40, sonunda Haydarpaşadayız...

***

Saat 01.05 ve gulbendeyim!!!

***

Haziran 20, 2010

kahramanıma..

babam, bana aldığı oyuncaklarla benden önce oynayan..

babam, bana aldığı kitapları benden önce okuyan..

babam, her sabah işe gitmeden önce uykumda beni öpen..

babam, gözyaşlarıma dayanamayan..

babam, geçen yaz 'kızım gelince beraber uçururuz' diye 1 metre çapında uçurtma yapan..

babam, bir anda parlayan bir anda sönen..

babam, kahkahaları yüzünden hiç eksilmeyen..

babam, yokluğunun düşüncesi bile nefesimi kesen..

babam, en özelim, en değerlim, en kıymetlim..

babam, en sevdiğim..

babam, kahramanım benim...

Haziran 18, 2010

savaş boyalarımı sürdüm geliyorum...

evimi karıncalar bastı!!

her yerde minicik minicik, siyah, sinir bozucu derecede çok sayıda karınca var...

süpürüyorum, siliyorum, 'hah bitti' diyorum, arkamı dönüyorum yine oradalar. 'hahah, işte buradayız bebişim' dercesine bana bakıyorlar.

hayır anlamıyorum, ne işleri var ki bizim evde. biz kolay kolay yemek pişirmeyiz, dolayısıyla evde pek öyle yemeklik malzeme bulunmaz. getirilen siparişlerden de pek bir şey kalmıyor tabii. bol miktarda kahve vardır evde, ama sanmıyorum ki karıncalar kafeinden hoşlansın.

yatak odasındayım onlar da orada. mutfağa gidiyorum peşimdeler. banyoya geçeyim diyorum 'biz de seninleyiz' diyorlar. salondaki koltuklarımızın rahat olduğuna onlar da kanaat getirmiş olmalılar ki mütemadiyen etrafındalar.

önce iyimser yaklaştım, 'olabilir, yaz geldi, gelirler giderler' falan dedim; olmadı. sonra 'evi süpüreyim, belki bir kırıntı falan vardır ona gelmişlerdir giderler' dedim; o da olmadı. 'süpürdüm bir de sileyim, o zaman giderler' dedim; yine olmadı.

en sonunda 'artık harekete geçme vakti' dedim. kendimi eczanede buldum. karınca yemi dedikleri kutulardan aldım, toz şeklinde bir zehir aldım, son olarak da sıvı bir şey aldım.

kutuları köşelere koydum, tozu eczacının dediği gibi pencere ve kapı kenarlarına süpergeliklerin önlerine döktüm. sıvı olanı da pencere ve kapıları kapatıp sıkacakmışım 1 gün de eve girmeyecekmişim. onu yarın yapacağım, haftasonu için küçük bir tatil planı yaptım da, sırf bu karıncalar yüzünden(!).

kısacası, savaş boyalarımı sürdüm geliyorum, bekleyin... ya da beklemeyin kaçın; sevgili karıncalar!!!

aşkı memnu, bitme!!

efenim son bir kaç aydır perşembe gecelerinin bizim evde özel bir yeri var. sebebi de, muhtemelen bir çok kişinin aklına gelmiştir, aşkı memnu... evet evet kanal d'nin son 2 sezondur bombası olan dizi...

diziyle ilgili bilgi vermeye pek lüzum görmüyorum, sanmıyorum ki türkiye'de yaşayıp da bu diziden haberdar olmayan birileri kalsın. az önce bir haber izledim, bihter ismi bu yıl doğan çocuklara en çok verilen isimlerdenmiş mesela. izlemekle kalmıyor hayatımızın en içine sokuyoruz biz bu dizileri. neyse efenim bu yazı sadece geyik amaçlı yazılmış olup herhangi bir sosyal mesaj içermeyeceği için konuyu bizim perşembe gecelerine getiriyorum tekrar.

bihter'in kıyafetleri, yürüyüşü; behlül'ün 'çılgınsınn meeenn' deyişi, muhteşem(!) oyunculuğu; ednan bey'in sınır tanımaz saflığı; nihal'in uçsuz bucaksız behlül manyaklığı yani aşkı, beşir'in bir türlü ölmemiş olması, devamlı ya birilerini dinliyor ya da gözetliyor olması, bülent'in 5 yaşındaki çocukla ergenlik arasında gidip gelen anlamsız tavırları, ve pek tabii ki firdevs hanım'ın ta kendisi (tanrım nasıl bir kadındır o,hayranıyım kendisinin) bizi diziyi izlemeye iten faktörlerdir.

onları izlemek, dalga geçmek, devamlı bir yerlerden 'yok artık!!' seslerinin yükselmesi... kadir'in ben göremiyorum deyip televizyonu koltuğun dibine getirmesi; selen'in durum değerlendirmeleri, bihter'e psikolojik destek verme çabası, gizem'in bitmek tükenmek bilmeyen 'niye onu dedi, niye böyle yaptı' soruları -kendisi bizim perşembe gecelerimize pek sık katılamıyor yoğunluğundan dolayı da-; koltukta dipdibe oturmamız, pizza kutularının kola bardaklarının ortalarda dolaşması, kahkahaların ardının arkasının kesilmemesi...

perşembe gecelerini seviyorum, arkadaşlarımla boş boş zaman harcamayı seviyorum, bu gecelerden aldığımız salak zevki seviyorum, ve evet sırf bu yüzden aşkı memnu biteceği için üzülüyorum.

Haziran 15, 2010

değişenler ve aynı kalanlar...

değişmişim ben... ama bu çok normalmiş; çünkü büyüyormuşum.

olaylara bakışım değişmiş benim... çünkü çevrem değişiyormuş, yaşadıklarım değişiyormuş, etrafımdakiler değişiyormuş, hayatım değişiyormuş...

bir de çok konuşuyormuşum ben... saatlerce bir olayı anlatıyormuşum, şöyle dedi böyle dedim.. bunu yaptı şunu yaptım.

eskisi gibi değilmişim ben... ama sanırım öyle olmamı da istemiyormuş. 'yeni' ben daha iyi gibiymiş.

değişmeyen tek bir şey varmış... ben onu hala çok seviyormuşum, hala eskisi gibi seviyormuşum. o biliyormuş bunu, hissediyormuş, hissettiriyormuşum.

o da beni çok seviyormuş. tüm değişikliklere rağmen hala çok seviyormuş beni. dırdırlarımı, vırvırlarımı, kıkır kıkırlarımı bile çok seviyormuş.

biz birbirimizi çok seviyormuşuz, tam 8 yıldır...

tam 8 yıldır birbirimizin en yakınıymışız, en iyi dostuymuşuz, dosttan da öteymişiz bazen.

iyi ki varmışız biz dilara'yla, iyi ki varmışım ben, iyi ki varmış o!!

al, kurabiye yaptım sana.. ama yandı...

bir saat alışveriş yaptım markette.. ben zaten çok severim market alışverişlerini. ne görsem atarım sepete. bu sebeptendir ki babam da sevil de benle market alışverişi yapmayı sevmez...

evime geldim, aldıklarımı yerlerine yerleştirdim. bilgisayara sertab'ın yeni albümünü taktım, 'rengarenk'le başladı.

renkli önlüğümü giydim, önünde 'i'm the best' yazan tombik aşçılı olan var bir tane, işte onu giydim. saçlarımı toplayıp beyaz şaç bandımı da taktım. işte şimdi hazırdım!!

annemi arayıp onun meşhur küçük kurabiyelerinin tarifini aldım. ağızda dağılan, mis gibi kokan, hafif kıtır hafif pıtır olan kurabiyelerinin...

2 yumurtayla bir bardak toz şekeri çırptım önce. yağlarını ekledim, ununu, tozunu, tuzunu derken yumuş yumuş bir hamur yaptım. evet, ben yaptım.. bizzat kendim, tek başıma...

sonra fırını 200 dereceye getirdim. o ısınmaya başlarken, ben de irili ufaklı cevizler büyüklüğündeki kurabiyelerimi yuvarladım. bazılarıyla harfler yazdım, mesela M yazdım. ;)

kurabiyelerimi yenebilecek kıvama gelsinler diye fırınla başbaşa bıraktım. 5 dakika, 10 dakika, 15 dakika, 20 dakika......

'garip bir koku var sanki, ne ki bu??'
aaaa,, kurabiyeleeerrrr!!!!

evet azıcık fazla kızarmışlar. bazıları da hafifçe kararmış. ama tadı güzel, gerçekten... essahtan...

kadir de öyle dedi, ona yapmıştım zaten kurabiyeleri... 'al, kurabiye yaptım sana. ama yandı...' dedim. aldı, yedi, çok güzel olmuş dedi. evet o dedi, evet öyle dedi...

Haziran 11, 2010

cevapsız sorular-1

anlamıyorum..gerçekten anlamıyorum...

devamlı aynı şeyi soruyorum: neden? niye? niçin? nasıl?

neden bir insan karşısındakine zarar vermek ister?
niye birinin canını acıtmak ister?
niçin üzülsün diye uğraşır?
nasıl bir ahval içindedir ki kötülük ister?

cevap mı??

tabii ki yok...

depresyonun eşiğindeyim ki

depresyonun eşiğindeyim...

sevil gidiyor... beni bırakıyor anasına gidiyor... bir haftalığına gidiyor... ama olsun sonuçta gidiyor...

ben kucağımda koccaman bir paket profiterol ağzım dolu bir şekilde 'gitme sen ya!!' demeye çalışarak yalvaran gözlerle bakıyorum ona. gülümsüyor, 'sen de gel' diyor. çekici bir teklif aslında, ama pazartesi sabah sınavım var. 'gelemem ki ben!' diyorum, 'o zaman evde uslu uslu otur beni bekle' diyor.

o olmadan ben yaramazlık yapamam ki zaten. o olmadan ben çok sıkılırım ki. o olmadan bebek'e kahve içmeye de gitmem ben, gitsem de hiç eğlenceli olmaz ki. o olmadan urfam'dan dürüm de söylemem, hisar'ı zaten aramam ki. o olmadan 'hangi diziye başlasak ki' sorunsalına da gerektiğince eğilemem ki. o olmadan kola, mısır, film üçlüsünden de zevk alamam ki. o olmadan gece 4te kalkıp ağlasam kimse saçımı okşayacağım diye kabartamaz ki. o olmadan gece 4te kimse gelip benim yatağımda ağlamaz ki. o olmadan behlül de yeterince çekici değil ki. o olmadan bu koltuk bana çok büyük ki..

o olmadan ben vallahi de billahi de depresyonun eşiğindeyim ki. hatta ve hatta bu yazının sonunda depresyonun ta içindeyim ki...

sevil mi??

o valizini topluyor ki...

Haziran 05, 2010

aşk dedikleri

nefret ettiğin dersin kitabını açtığında sana yazılmış, senin için yazılmış küçük bir not bulmak...

sabaha en sevdiğin kahvenin kokusuyla uyanmak, mutfak masasının üstünde en sevdiğin kurabiyeleri bulmak...


uykuya kulağına fısıltıyla anlatılan mutlu sonlu bir masalla dalmak...


sırf o seviyor diye arabada bangır bangır hiç sevmediğin şarkıları dinlemek, o şarkıları onun söylemesini yüzünde gülümsemeyle izlemek...

üzülüyor diye ondan daha çok üzülmek, sevindiğinde içinde taşkın bir mutluluk hissetmek...

kışın en soğuk gününde yaz kokusu duymak...

'güzel şey seni düşünmek' demek...

kalp atışlarında bile senkronize olmak...

göz göze gelmek ve sessizce anlaşmak...

her güne onunla başlamak, her günü onunla bitirmek...

en çok onu, her şeyden çok onu istemek...

işte, aşk dedikleri bu!

Haziran 02, 2010

yeni liman arayışında....

unuttum diyorsun, geçti gitti...

yaşanması gerekiyormuş ki yaşandı...

artık o da tıpkı diğerleri gibi,hiçbir farkı kalmadı... yerini aldı acı hatıraların içinde, kalbin derinliklerinde... gerçi onun kalpte yeri yok ya, neyse...

bir gün oluyor, iki gün oluyor, ay oluyor, yıl oluyor... gerçekten unuttuğunu sanıyorsun.

sonra, bir şarkı dinliyorsun, kitabın içine saklanmış yıpranmış bir not buluyorsun, eski bir fotoğraf görüyorsun tesadüfen; hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorsun...

daha önce hiç ağlamadığın kadar içten, hiç olmadığı kadar derinden...

fark ediyorsun; barıştım dediğin anılarınla barışmamışsın meğerse. unuttum geçti dediklerin unutulmamış aslında. kabuk bağladı sandığın yaran içten içe kanamış hep.

gözünden akan yaşlarda nefret de var sevgi de. özlem de var öfke de. kırgınlıkların da var, bir hiç uğruna kırdıkların da.

vazgeçişlerin var, bırakıp gidişlerin. sonra 'olmuyor, yapamıyorum' deyip geri dönüşlerin.
taşıdığın yükler var, taşımak zorunda olduğunu düşündüğün.

ağlarken fark ediyorsun; bahanen aslında o senin; bütün korkuların için, bütün yapamam dediklerin için, bütün çekindiklerin için...

sığındığın limanın aslında o senin...

seni fırtınalardan koruması gerekirken, açık denizlere korunmasız salan limanın...

bir gemideysen eğer sen, fırtınalarla kaplı bir okyanusta yolculuksa seni bekleyen ve seni bu geleceğe yollayan güvendiğin limanınsa; vakit vazgeçme vaktidir..

vakit çoktan durumu idrak etme vaktidir...

vakit artık yeni liman bulma vaktidir...

aşk denen şey, adama mantıklı gibi görünen ama aslında mantıksız olan kararlar aldırırmış..