Aralık 31, 2011

2011 sucks, 2012 probably!!!

2011 beklentilerimi karşılayan bir yıl olmadı. gerçi beklentim neydi onu da pek bilmiyorum ama, neyse. sonuçta durup düşündüğümde, ıııııııııı, şeeyyyy, evet durup düşündüm, ve aslında bu yıl çok güzel bir yıldı onu fark ettim.

aslında bu yazıdaki amacım 2011e giydirmek, muhtemelen 2012 de böyle olacak demekti. o doğrultuda girmiştim yazıya. doldurmuştum kendimi, ne iğrenç bir yıldı bu ööğğk falan diye. ama olan biteni, yaşananları düşününce hep gülümsedim. ne güzel bir yıl geçirmişim lan ben dedim.

canımın içi okulumdan mezun oldum. 4.sınıf kafası candır dedim. güney kampüsün çimlerinden kazındım. ib'nin çatısından indim. manzarayı adım adım arşınladım. petekte oturmadığım yer kalmadı. sırılsıklam ıslandım. yattım güneşlendim. binlerce fotoğraf çektim. rakı shotı keşfettim. arkadaş hatrına heavy metal konsere gittim kafa salladım. bon jovi konseriyle coştum. tolga'nın omuzlarında jon bebeğim, gitme gel kal bizle diye bağırdım. mezun oluşumu kutladım. tek gecede rock bara gidip kafa salladım, türkü bara gidip halay çektim, kareoke bara gittim "arkanı dön ve çık, istenmiyorsun artık" diye ciyak ciyak şarkı söyledim. sarhoş olup giden arabaya çarptım. cengiz abazoğlu'nda almayacağım mezuniyet kıyafetlerini denedim. yusuf yusuf dansı yaptım. canlı langırt oynadım. levent'i aldım geldim. sarışın yaptım kendimi. organizasyonun birinden diğerine koştum. içimdeki organizatörü açığa çıkardım. "ben seni öpmek istemiyorum ya" bile dedim ben bu sene.

yeni insanlar kattım hayatıma. canımı sıkanları attım gitti. ağlayana kadar güldüm, gülüne kadar ağladım.

poh poh perisiydim ben bu sene, bir ilgi delisiydim.
mutluydum ben bu sene.
güzeldi lan bu sene.

Aralık 25, 2011

bugün benim hayalimdeki gündü!

Sene 2004. Abim üniversiteyi kazandı. Okula başladığı ilk günden beri hayalim onun doktor olması benim de onun parasını yememdi. Evet, gerçekten de hayalim abimin parasını harcamaktı.
Ve bugün işte o gündü. 7 yıldır beklediğim gün bugündü. Hayatımın en keyifli günüydü.
Abiciğim, "sürpriiiiiz ben geldim!" deyip istanbul'a geldi. Hem de moralimin çok bozuk olduğu günlerde geldi. İçimi aydınlattı.
Bugün buluştuk, yemek yedik, muhabbet ettik, işteki olayları anlattım. yorumlarını yaptı. işteki olayları anlattı. yorumlarımı yaptım.
Veeeee, sıra geldi alışverişe...
İşte o an tam da hayallerimdeki gibiydi. Bir mağazaya giriyoruz, ben şunu şunu şunu istiyorum diyorum, deneyip alıyoruz diyorum, abim hesabı ödüyor, paketleri taşıyor. Ayakkabıydı, elbiseydi, kottu, kazaktı, tshirttü, ne geldiyse elime. ayy küpe bile aldım. ve hatta tayt aldım, onu bile abim ödedi. gerçi abim, sen bu boyla tayt da mı giyiyorsun, dedi ama kendisini ignore ettim.
Ben bugün çok mutluydum. Abim daha da mutluydu. Çünkü ben mutluydum. Yüzünde gülümsemeyle beni izleyişi, 35,5 numara ayakkabı arayışıma çocuk reyonundan mı alsak acaba deyişi, bütün kotlar bana büyük geliyor deyince boşver bana da küçük geliyor diye teselli edişi...
Ben abimi çok seviyorum. O da beni çok seviyor. Ama ben onu daha çok seviyorum.

Aralık 02, 2011

Doğruları mı söylememi istersiniz, yoksa politik olmamı mı tercih edersiniz?

İşe başladım!
Evet evet, ben, işe başladım. Gerçi uzun bir süredir içimdeki ev kızını ortaya çıkarmıştım ama kısmet değilmiş. Börek olsun kurabiye olsun epey epey döktürmeye başlamıştım. Annem "kızım iyi ki okutmuşuz seni, yoksa kesin evde kalırdın" diye duygularını dillendirdi bir iki kere ama ben demoralize olmadım, tam gaz devam ettim. ve hatta kremalı mantarlı fettucine ile peak yaptım. (al bak bu da sana boğaziçi tarzancası, peak yapmak da neyse)

kısaca özet geçmek gerekirse; (ay evet benim özetler pek kısa olmaz, napayım konuştuğum gibi yazıyorum yazdığım gibi konuşuyorum, her türlü uzun yani.)
bir sabah kendimi elimde bir fincan çayla, ki ben çay sevmem, müge anlı izlerken ve hatta müge anlı'ya hak verirken bulunca "kızııım manyak mısın lan? napıyorsun sen? müge anlıya hak verdiğinin farkında mısın acaba?" diye çıkıştım kendime. ben arada çıkışırım kendime, hatta sokakta kendi kendime konuştuğumu fark ettiğimde "hass.ktr kendi kendime konuşuyorum lan" diye bağırdığım yanımdan geçen çocuğu dumur etmişliğim vardır. baktım olacak gibi değil yeni kocasını eski kocasını aldattığı sevgilisiyle aldatan kadınları izlemeye başlamışım, hemen babamı arayıp "babiş ben bi tatil yapayım diyorum, ne dersin?" diye sordum. ne de olsa kullanılması söz konusu olan kredi kartı onun kredi kartı. kendisi de muhteşem bir fikir sunup beni adana'ya çağırdı. el mecbur ne kadar parlak bir fikir olduğunu beyan ettim. ama ne yalan söyleyeyim, baba evi ana kucağı çok rahat geldi, dönüş biletini erteledikçe erteledim.
depresyona girmemden korkan anne ve babam, e biraz da beni postalama isteği eklenince bu korkuya, her gün başka bir dahiyane fikirle çıktılar karşıma. kafe mi açmadım, yurt dışından doktor mu getirmedim. canım abim de "5 senedir okuyorsun hala evlenecek birini kafalayamadın, konu komşuyu gez biraz da belki beğenen biri oğluna almak ister, yoksa başımıza kalacaksın" diye tuz biber ekince "master yapıcam ben yeaa" diye bir top attım ortaya, hem de yeaa yazışımdaki yavşaklığın aynısıyla. cennetten bir huriymişçesine sarıldılar bu fikre. sınav tarihleri belirlendi, okullar araştırıldı, mastera gitmem kararlaştırıldı. ama canlarım okul ve bölüm kararını bana bıraktılar, ne de olsa ben okuyacakmışım. ama bu sefer düzgün bir bölüm olsunmuş. annem hala doktor olmam gerektiğini iddia ediyor. hatta sınava girer de kazanırsam her istediğimi yapacakmış.
madem mastera hazırlanıyorum, adana'da daha rahat olur bari gideyim de istanbul'daki evi boşaltayım deyip canım şehrime, istanbul'a geldim. evi boşalttım. ve boşalttığım gün iş teklifi aldım. sonra da kabul ettim.

ilk gün perşembe günüydü. ev dekorasyonuyla ilgili ürünler satan bir sitede çalışıyorum. gönül isterdi ki sitenin ismini de yazayım, ama şimdi bunlar nerde yazılmış ne olmuş ne bitmiş diye kontrol ediyorlardır yazmasam daha iyi. şirkettekilerin blogumu okuması çok da isteyeceğim bir durum değil. hayır yani ne gerek var. mesela ben şimdi ceo'mla ilgili bir şeyler yazıcam, sonra o bunu okuyacak falan filan. aman, kalsın almayayım. adam zaten benden hiç hoşlanmıyor. anlamadığım bir sebepten dolayı sorunlu, asosyal, işi bırakmaya meyilli, silik biri olduğuma inanıyor. İnanmakla kalmıyor, bunu dile getiriyor. hayır anlamıyorum ki, işin ikinci gününde herkesle kankaya bağlamamı mı bekliyordu. 2 tane genel müdürüm var, birisi dünya tatlısı bir adam. espriler yapıyor, konuşuyor, muhabbet ediyor, benle arası ikinci günde olması gerektiği gibi. ama diğeri taktı bana. işi bırakmak isteyebilirsin ama bence bırakma gibi bir şeyler dedi dün. burdaki insanlarla kişisel herhangi bir problem yaşamayacağını garanti ederim, herhangi bir problem olursa da geleceksin benle çözeceksin falan dedi. gören duyan da, beni insanlarla iletişim kuramayan, sorunlu, geçimsiz, asosyal bir tip sanacak. a-aaaa. düşündükçe sinirleniyorum, üzülüyorum. olmaz ki ama böyle.
üstüne bir de durumu arkadaşlarıma anlattım dalga geçiyorlar. bizim gibi sosyal insanlarla senin gibi asosyal insanlar........ diye başlayan cümleler son 24 saat içinde en sık duyduğum cümleler. valla kızıyorum artık.
ama yine de garip bir şekilde bu adamdan hoşlanıyorum.

neyse bu kadar işte!

Eylül 26, 2011

ben hiç yağmur altında öpüşmedim, biliyor musun? dans da etmedim.

“Bu iş çok zor yonca
İnsanlar aylar yıllar boyunca.......”
Bu şarkıyı söyleyerek uyandım. Kulağımda bülentciğimin sesi, dilimde sözlerini tam bilmediğim bu şarkı. Evet evet, psikolojim pek de sağlıklı değil.

E aslında ona da pek yüklenmemek lazım, çektiklerini kim çekse böyle olurdu, kolay dert değil ki başındaki. psikolojimden bahsediyorum. Zor durumda. İçinde bulunduğu beden bir parça işsiz de.

Resmi kayıtlara “işsiz” olarak geçmeme daha epeeeeey vakit olsa da, bendeniz kendi kişisel tarihimin en uzun boş boş oturma dönemini yaşıyorum. 3 haftadır işsizim, hatta bu sabah 4. haftaya başladım. devamlı bir yerlere başvuru yapıyorum. arayanları beğenmiyorum, aramayanlara uyuz oluyorum. hayır diyeceğimi bile bile iş görüşmelerine gidiyorum. "beni beğeneni ben beğenmem benim beğendiğim beni beğenmez yoksa ben angut muyum haa" modunda ismail yk kafasında takılıyorum.

İşin kötü tarafı bu duruma alışıyor olmak. Dillendirmesem de günlük bir planım var aslında. 9-10 gibi uyanıp, bir fincan kahve alıp facebook, twitter, gmail kontrollerinden –evet, en son gmailimi kontrol ediyorum, işle ilgili beklentilerimi o kadar azalttım- sonra televizyonu açıp puzzle masamın başına geçiyorum. Müge anlı eşliğinde 3000 parçalık van gogh birleştiriyorum. Şu günler benim müge anlı’yı anladığım günlerdir. Kadına hak verdim ay, gayet mantıklı konuşuyormuş meğer kendisi. Müge’nin ardından aşk-ı memnu tekrarına geçiyorum. Behlüldü bihterdi safsalak adnandı derken kendimi kaptırıyorum gidiyor. Primetime’a geçene kadar arada kalan boşluklara biraz magazin programı, biraz evlilik programı, biraz doktorlar, biraz da arka sokaklar serpiştiriyorum. Primetime zaten dolu. Her güne 1 hatta 2 dizi. Favorim tabii ki, kuzey güney, aslında kuzey. Kıvanç yavrum naaptın sen öyle kendine. İnsan evladı mısın sen. Hem biliyor musun ben de adanalı sayılırım. Hemşehriyiz yani, bence tanışalım, severiz biz birbirimizi, gerçekten. Bir de hani reklamda diyorsun ya; “çok mu çok yakışıyoruz birbirimize” diye, e be çocuğum senin yanında durup da yakışmadığın şey mi var.


Sol ayağımın üst kısmı ağrıyor şikayetiyle gittiğim sevgili doktorum, canım kuzenim ayağımdaki converseleri görünce “şu orijinal ayakkabılarını çıkarıp, onların yerlerine hafif topuklu, zarif, şık, narin kadın ayakkabılarından giysen, azıcık kadın olsan hiç bir problem kalmayacak aslında ama nerdeee” dedi. Halbuki ben “ayağın ağrıyor bir de topuklu ayakkabı mı giyiyorsun” der diye converselerle gitmiştim. Ayrıca ben converselerle de gayet kadın oluyorum. Hıh. yumuşak dokuyu zedelemişim. Ağrıyor. Evde oturmam, dinlenmem, üzerine pek basmamam gerekiyormuş. O günden beri ayağımda bir karış topuklularla fink atıyorum, günlerdir evde oturan ben 4-5 gündür pek bir kıpır kıpırım.


Sonbahar da geldi. Çok da iyi oldu, çok da güzel oldu. Benim en sevdiğim mevsimdir. Gerçi bu sene her mevsimde olduğu gibi gelsem mi gelmesem mi diye kendisinde de bir kararsızlık var ama, bakalım. Gelsin şakır şakır yağmur yağsın sokaklarda koşturan insanlar olsun, ben bazen onları izleyen olayım bazen de onlardan biri. Ya aslında, evet itiraf ediyorum, benim sonbaharı sevme sebebim başkadır. Onun hep en romantik mevsim olduğunu düşünmüşümdür. Ya da filmler sayesinde böyle düşündürülmüşümdür. Hani nerdeyse bütün aşk filmlerinde esas oğlanla esas kız kavga ederken yağmur başlar, ıslanırlar, kız arkasını dönüp giderken oğlan onu tutup çeker ve öper ya, işte o sahnedir bana yağmuru sevdiren. bardak boşalırcasına yağan yağmura aldırmadan tutkuyla dans edenler vardır bir de. 


YakalaveÇek üzerinden panasonic bir kez daha photo shooting day with mehmet turgut yaptı. Hemen başvurdum tabii. Hemen derken son gün son saat. Dün akşam gönderdim başvuru şeysini. Bari çok dalga geçmeseler gönderdiğim fotoğraflarla. O fotoğrafları ben seçmedim, zevkine güvendiğimi düşündüğüm arkadaşlarım çekti. gerçi kendilerini "ay adam gibi bir fotoğrafımı çekseniz, mehmet'e yollayacağım!" diye fazlasıyla darlamış olmamdan kaynaklı "aaa bak bu çok güzel oldu bunu gönder bunu" demiş olma ihtimalleri de epeyce yüksek. Şimdi düşünüyorum da ben olsaydım o ekibin yerinde gelen fotoğraflara epey güler, epey geyik yapardım. İnsanlar çok güzel çıktıklarını düşündükleri, çok başarılı olduğuna inandıkları fotoğrafları yolluyorlar, ama hiç biri bir halta yaramaz aslında. Ben mi fesatım yoksa içinde bulunduğum durum mu bu bilemedim ama, mehmetim turgutum çok gülme allasen fotoğraflarıma. Suflesiyle şarabıyla kalp kalp kalp pozu vermiş olan kız benim, evet o benim.  O sufle benim sonradan anamı ağlattı ama o bir sonraki paragrafın konusu. Kısacası beni seç, beni seç, beni seç, başkasını seçme beni seç!!!!!!


Sufle demişken, ben bu bebek kırıntı'yı ne yapsam nerelere şikayet etsem bilemiyorum artık. İlk falsoları bayat profiterol servis etmeleri ve benim onları uyarmam karşısında takındıkları saygısız tavırdı. İkincisi eşek yüküyle para ödediğimiz pizzalardan benim ve bir arkadaşımın zehirlenmesiydi. yağan yağmurun altında inatla masamızı değiştirmeyip ıslanmamızı beklemelerini saymıyorum bile. Son vakaları da cuma günü yediğim çikolatalı suflenin o gece benim anamı ağlatmış olması. Pizza olayından sonra yemeği başka bir yerde yiyip gittim kırıntı'ya. Hiç gidesim yoktu ama canım arkadaşımın goodbye meetingiydi, kıramadım. renin'e bir değil birkaç zehirlenme feda olsun dedim. hiç bir şey yememe, sadece bir kadeh şarap içme konusunda kararlıydım ki, çikolatalı sufleyi görünce kendimi durduramadım. n'apayım hassas noktam, dayanamıyorum. ama ben o sufleyi 5 dakikada getirdiklerinde anlamalıydım zaten bir bokluk olduğunu. sufle dediğin şey minimum 14 dakikada pişen şey. cıvık cıvık, vıcık vıcık bir şeydi, yine de yedim. gerçi bitiremedim, ben hayatımda ilk defa bir sufleyi bitiremedim, görülmüş şey değil. sonra beni yedi bitirdi ama. mide bulantısı, baş dönmesi, kusma isteği, bulanık görme, nerdeyse düşüp bayılma. bütün gece bu haldeydim. gitmeyin arkadaşım bebek kırıntıya, gitmeyin, gitmeyin, gitmeyin. paranızla rezil olmak istemiyorsanız bebek kırıntıya gitmeyin!!!!!!!!


söz yemekten açılmışken, canım okulumun karşısına meşhur tavacı recep usta açıldı. evimle arası 300 metre falan. kilomla ilgili çok fazla problemim yok ama, yine de devamlı evde oturduğum şu günlerde kendimi salmayayım diyorum. şimdilik recep ustaya uzaktan bakıyorum. ne kadar dayanırım bilemiyorum. içimden bir ses devamlı "yaşasın yemek yemek" diye bağırıyor.


ne zamandır yazayım diyordum da çok zor geliyordu be blog. hepsini böyle toptan yazdım. her paragraf ayrı bir telden çalıyor ama olsun, maksat yazmak.

Ağustos 28, 2011

fox haberle hürriyet.com yaptı beni böyle

"3-4 saat sonra yola çıkıcaksın en azından 1 saat kestir de yolda bir yerde sızıp kalma." dedim kendime, ve salondaki koltukta 5 farklı saatin alarmını kurduktan sonra uyuklamaya başladım.
ve gerçekten de 1 saat uyudum.
gündem konularına ne kadar duyarlı bir bilinçaltım varsa artık, o bir saatlik uykuda şikeden mi sorgulanmadım, olmayan kocam tarafından olmayan çocuğumun gözlerinin önünde şiddete mi uğramadım. balyoz davasından tutuklanmamla ve terör saldırısına uğramamla sarsıldı iç dünyam.
terden sırılsıklam uyandığımda televizyonda fox haber açıktı. safari'de de hürriyet.com. yok bundan sonra tövbe, uyumadan önce ne haber okurum ne haber izlerim.
yazık valla uykuma.

Ağustos 25, 2011

Allah'la kulunun arasına girilmez, derler ama.

uyumadan önce dua ediyorum.
"Allah'ım anneciğimi, babacığımı, abiciğimi, beni ......." diye başlıyor dualarım. anlattıkça anlatıyorum, diledikçe diliyorum. sağlık, sıhhat, mutluluk, huzur vs.
sonra kendimle ilgili kısma geliyorum. iş, aşk, para, pul, ev, kat, yat... ne gelirse aklıma. e beyin bedava, aklın sınırı yok, hayal gücümü bırakalı uça gideli çok oldu. saydıkça sayıyorum. bakıyorum ki abartıyorum, önem sırasına göre bir iki tanesinde ısrar ediyorum. ve diyorum ki;
"Allah'ım biliyorum çok ideal bir kul değilim. namaz kılmam, oruç tutmam. arada içerim de. ama özümde iyi bir insanım. ve aslında iyi de bir kulum. ama yine de benim dualarımı kabul etmeyebilirsin, haklısın. ama noluuuur annemle babamın dualarını kabul et. onların hatrına benimkileri de et. noluuur noluuurr. amin."
bildiğin Allah'la arama tanıdık sokuyorum ben ya. bu iş arama süreci beni benden etti. ne hale geldim ay?
Allah'ım tez zamanda kabul et dualarımı da, ben eski ben olayım, normal günlerime döneyim.
Amin.

Ağustos 20, 2011

anne, ben sarışın oldum.

ön uyarı: beyler, bu yazı daha çok hanımlara hitap etmektedir. pek bir saç baş kıl tüy yazılmıştır. haberiniz ola.


saçlarımı boyatmaya karar verdiğim ilk günden beri, aslında saçların boyandığını öğrendiğim ilk günden beri içimde hep sarışın  olma isteği vardı. evet, tanrı ben öyle yaratmamıştı ama sağolsun yarattığı kulları bana öyle olma şansını vermişti.

ama bir türlü cesaret edememiştim. bendeniz buğday tenli bir şahsiyetim, hatta bazı durumlarda esmer olduğum bile iddia edilebilir. dolayısıyla sarışın olmak çağla şıkel gibi olmak durumunu söz konusu edebilir. onunki gibi bir fiziğim olmadığı için onunki gibi saçlarım olmasını da istemiyorum, almayayım kalsın.

bugün "değiştir beni özcan" diyerek sevgili, saygılı, ve pek becerikli kuaförüm özcan'ın kapısına dayandım. (burada bir parantez açıp konuyu başka bir yere taşımak istiyorum. ben değişmek istiyorum, sıkıldım bu halimden triplerine başladığıma göre ufak bir depresyon söz konusu. zaten dün gazetede okudum hayatında bir kere de olsa depresyona giren kadınlardaki felç olma ihtimali hiç depresyona girmeyenlere oranla %27 daha fazlaymış. aman dağlara taşlara, mucuk tahtalara vuralım. allahım sen koru yarabbim. inşallah maşallah. dinimiz amin. neyse bu depresyon bahsi apayrı bi konu da burada azıcık ucundan göstereyim dedim. göstereyim derken yanlış anlamayın ay, bir sonraki yazının konusundan bahsediyorum. a-aaa içiniz mi fesat sizin acaba? ya da benim??? neyse, parantezi kapatıyorum.) 

"özcan bey ben sarışın olmak istiyorum" deyince adamcağız bi şaşırdı, "tabii pb hanım ama aslında bu renk de size pek yakışmıştı" falan diye geveledi. e kibar adam, "hatun sen esmersin, olmaz senden sarışın" diyemedi. "ayy acaba çok mu çiğ durur? ben aslında böyle değişik bir şey olsun istiyorum. aralara mı sarı atsak. turuncu falan da olur belki. ayy bilemedim kiiii" gibi serzenişlerimden sonra, baktı ki adam işi bana bırakırsa olacak gibi değil, kontrolü ele aldı. dip boya yapıp, aralara bal köpüğü balyaj yapmaya karar verdi.

şimdi çok daha çetin bir süreç başladı, kesim modeline karar vermek. saçlarım omuzlarımda falandı. "ben aslında uzatmak istiyorum, ama kısa kalsın da istiyorum" deyince özcan içinden ya sabır çekip "uçlarından alsak?" diye çözüm üretmeye çalıştı. bi ara "acaba kaynak mı yapsak?" diye bambaşka bir boyut katınca olaya ben özcan beyciğim sabrının sınırına geldi. neyse ki bendeniz maymun iştahlı insan bu fikirden çabuk vazgeçip, kısalttırmaya kesin(!) kararımı verdim.

işin aslına bakarsak, söz konusu saç-kaş ikilisiyse çok problemli bir insanım, kabul ediyorum. saçlarım için gittiğim kuaför başka, kaş aldırmak için gittiğim kuaför başka, manikür pediküre gittiğim kuaför daha da başkadır. kaşlarımı alan kadın senin gibi 2 müşterim daha olsa ben bu işi bırakırım demişti. bir kere mecbur kalıp kaşlarımı kadının yardımcısına aldırmıştım da, yardımcı beni gördüğü yerde kaçıyor şimdi. ancak, özcan'a pek bir güvenirim. kararsız davransam da son kararı hep özcan verir, benim anlattığım saçma sapan renk tarifinden istediğim rengin bana yakışıcak olan tonunu bulur, çıkarır, yapar. o yüzden, hele de bugünkü seanstan sonra, artık özcan'a gözü kapalı güvenirim.

sonuç mu?
değiştim.
artık, olabileceği en açık tonlarda kısacık kleopatra kahküllü saçlarım var. ilk görenlerden aldığım yorumlar "olmuş ki bu böyle" "değişik olmuş güzel olmuş" yönünde. 
bundan daha sarışın olamazdım galiba, dahası gitmezdi bana. en azından şimdilik böyle düşünüyorum, bir ay sonraki seansımızda olacakları henüz kestiremiyorum.
teşekkürler özcan bey.

p.s.1. özcan kuaför acıbademdedir. ve özcan bey işinin ehlidir. bugüne kadar gidip de memnun kalmayan kimseyi duymadım, görmedim. kendisinin tipine baktığınızda güven duymayacaksınızdır, ben bu adama saçlarımı hayatta emanet etmem diyeceksinizdir ama içinizdeki bu sese aldırış etmeyin, ve saçlarınızı özcan'a emanet edin. pişman olmazsınız. denemek isterseniz diye: 0535 617 29 29

p.s.2. ps1 de pek bir reklam yazısı oldu. ama amacım özcan bey'in hakkını teslim etmekti. yoksa komisyon falan almıyorum. gerçekten.

Ağustos 12, 2011

corporate life sucks!

istanbul ağustosun 12sinde bildiğin kış yaşıyor. iki gün önce "ööff çok sıcaak" diyorduk şimdi "oha lan, bu ne soğuk" diyoruz. evet, pek de yatacak yerimizin olduğu söylenemez. insanoğlu işte memnuniyetsiz yaratıklarız.
hava; tam evde oturmalık, yatağından çıkmamalık, filmlerinle kitaplarınla sevişmelik bir hava. ama böyle havalarda işe gitmek zorunda olan insan evladları da var. bir tanesi de bendeniz efenim. birazdan işe gitmek için çıkmam lazım evden, ama oturdum bunu yazıyorum. muhtemelen servisi kaçıracağım, otobüs metro koşturacağım bu yağmurda. corporate life sucks demiştim, değil mi?
saygılar, sevgiler benden efenim.

p.s. bu şarkı da sabah sabah ne gaza getiriyor adamı. bi de kadının nefes alış verişleri çok iç gıcıklayıcı.


Haziran 20, 2011

denedim ordan biliyorum

sabahın 6sında uyandıysan, geri uyuyabilmek için yatakta 40 dakika dönüp durduysan, "ben aslında uyuyorum" "benim aslında çok uykum var" ve benzeri telkin cümleleri işe yaramadıysa, artık pes edip yataktan kalktıysan, sen ılık bir duş alırken makineyi çalıştırıp mis gibi kokan bir fincan kahve yaptıysan, salondaki pencereyi açıp puslu havaya karşı derin derin nefes aldıysan, hala sislerin ardındaki görünen istanbul'a bakıp bi yandan bu saatte ayakta olduğun için lanet edip bi yandan da garip bir huzur duyduysan, fonda bu şarkı çok iyi gidiyor.

the weepies-simple life

hayatla kahve arasındaki ince çizgideyim

hayat da starbucks kahveleri gibi olsun istiyorum. beğenmediğimde nedenini bile sormadan hemen yenisini versinler.

Haziran 12, 2011

2011 seçimleri üzerine tek cümle

malumun ilamı tadındaki seçim sonuçlarını izlemeyi reddediyor, onlar interneti kapatmadan izleyebildiğim kadar porno izleyeyim diyorum.

ses

hayırlı bir kısmet diyorsunuz... ben bulamayacağım sanırım. hem de zaten bu, bu insanlar arasındaki bu şeyi hiçbir zaman anlamadım ki. neden, neden bazı insanlarla oluyor da bazılarıyla olmuyor? insanlar nasıl biraraya geliyor? nasıl bir süre birbirleri için en önemli şey oluyorlar da sonra ayrılıyorlar veya ölüp gidiveriyorlar. bu kadar sevgi, bu kadar aşk sözü, o kadar sevişme, o kadar fedakarlık, o kadar emek nereye gidiyor? eski aşklara n'oluyor peki? yazık olmuyor mu? neden bunları kimse sormuyor?

Haziran 07, 2011

bümk caz korosu budur işte

keşke ben de o metroda olsaydım.
izlemeyen kalmasın.
her yerde paylaşayım, birkaç kere paylaşayım.
tekrar tekrar izleyeyim.
çok başarılı.
çok çok başarılı.
bi sonraki artık avusturya metrosuna.
hep destek, tam destek.






post edit: ha bi de unutmadan; buraya da bi el atıverin: i'm attending!


Haziran 02, 2011

soy un perdedor

mezun olma, iş güç bulamama, bulanların memnun olmama, şu günlerden gönlünce tat alamama durumlarımızı düşününce arkadaşlarıma ve bana bu şarkıyı söylemek geliyor içimden. bi de hayatın bu aralar benimle pek bi dalga geçtiğini düşününce kendime bi kez daha söylüyorum:

i'm a loser baby
so why don't you kill me?

Mayıs 31, 2011

evet, bu şarkı benim içimi ısıttı

loan management'la boğuştum şu sıralarda içimi ısıtan şarkı.

yasmin levy-y tu y yo subimos al cielo

çalışkanım ben aslında

dört beş gündür hep kütüphanedeyim. uyanıyorum, hazırlanıp çıkıyor kütüphaneye geliyorum. evet cuma günü iki tane finalim var, o güne yetişmesi gereken bir adet de banka analizi projem var. ama benim mütemadiyen kütüphanede olmam bunlardan değil. tek sebep 3 gün sonra "unofficially graduated" olacak olmam.
ve daha gitmeden burayı çok özlemiş olmam. kütüphanenin havasını, akustiğini, at gözlüklü masalarını... en çok da kütüphane önü muhabbetlerini. sigara içmesem de sigara molası verip insanlarla sohbet etmeyi. hadi kahve içelim, siz de acıktınız mı ya, geçen senenin soruları mı bunlar, a-a bunlar birlikte miymiş... ve daha niceleri...
işte ben hep bu yüzden hep buralardayım. adam gibi çalışsam 2 saatte bitecek olan analizi 4 günde tamamlayabilmiş olmam da bu yüzden. house'un son 2 bölümünü kütüphanede izlemiş olmam da bu yüzden. bu yazıyı burda yazıyor olmam da hep bu yüzden.
gelirseniz ben hala buralardayım.
beklerim.

Mayıs 29, 2011

umut fakirin ekmeğidir

hani bazı kadınlar güzelliği yeniden tanımlıyor ya beren gibi çok kıskanıyorum. hani bazı kadınlar ne yapsa yakışıyor ya azra gibi onları da çok kıskanıyorum. hani bazı kadınların bacak boyları nerdeyse benim bütün boyum kadar ya eva gibi onları daha da çok kıskanıyorum.
bunların hepsini anlayabiliyorum. insan "ben kadınsam onlar ne? onlar kadınsa ben ........? yok yok onlar kesinlikle kadın değil. biz aynı cinsten değiliz." diye geçiriyor içinden.
ama ben artık kendimi aştım. erkekleri de kıskanmaya başladım. mesela david burtka'yı kıskanıyorum, kendisi neil patrick harris'in sevgilisi olur. ya da murat boz'un sevgilisi kimse onu kıskanıyorum.
ben kadın halimle bulamıyorum böyle taş gibi adamları, onlar nasıl buluyor ya. haktan reva mı bu? neden sokaktaki bıyıklı amca, mahmut fatih falan değil de muratçığım, neilciğim gay? neden yani?
hem mis gibi karşı cins dururken niye kendi cinsine ilgi duyuyorsun arkadaşım. ben mesela; hiç, bir kadına ilgi duymadım. sen neden yapıyorsun bebeğim böyle şeyler? yapma. hayır yani bize de yazık.
en azından biseksüel olun da azıcık ucundan umudumuz olsun.

Mayıs 28, 2011

hani bi şarkı var, bildin mi?

Adını dahi bilmediğim arkadaşım!
Bu sana açık mektubumdur.
Bugün Sedef Hatapkapulu'dan aldığımız FA491 kodlu art and mind dersinin final ödevi olarak kendi yaptığı bir şarkıyı dinleten arkadaş. şarkı değil aslında, melodi. melodi de olmadı sanki. ses. müzik. öyle bir şey işte.
mavi beyaz kareli bir gömlek giymiştin. biz bir kere de derste yanyana oturmuştuk, 9-10 hafta önce falan.
nasıl tarif etsem bilemedim ama sen anladın bahsi geçen arkadaşın sen olduğunu.
neyse konuya geleyim. dur, telaşlanma; ilan-ı aşk etmicem. en azından sana. ama yaptığın parçaya karşı bir şeyler hissetmiş olabilirim. nasıl güzel nasıl huzurluydu. muhtemelen senin vermeye çalıştığın duygu huzur değildi ama ben çok huzur doldum dinlerken. ama bakma sen bana. ben abuk sabuk şeylere duygulanır, abuk sabuk şeylerde huzur bulurum.
aslında dinlemeye başladığımda bir savaş filmi soundtrackini andırmıştı. bittiğinde bir kadeh de şarap olaydı  keşke diye iç geçirirken buldum kendimi. bitişinde bi de "vaauuvv" tepkisi verdim ben, ama kimse duymadı, galiba içimden verdim o tepkiyi.
öküzlüğüm tuttu o an sana söyleyemedim. adını bile bilmiyorum ay ben senin. ben aslında senden o şarkının bir kopyasını falan isteyecektim. ama işte niyeyse orda isteyemedim.
şimdi dedim ki, olmaz olmaz ama belli de olmaz, hani es kaza bloga girersen, ya da bir google araması seni buraya yönlendirirse falan bul ay beni. ne yap et yolla bana o ses dosyasını.
lütfen.
rica ediyorum.
noooluuuuuurr.

teo, aferiin çocuuum

teoman,
bebeğim kim kırdı senin kalbini? kim üzdü böyle seni?
bu nasıl albüm böyle şekerim? nasıl bi aşk acısı çekmişin sen.
gerçi benim, senin şu saatten sonra derin bir aşk acısı çekebileceğin konusunda kuşkularım vardı ama sildin süpürdün hepsini.
tebrik ederim cicim.
çok başarılı bir çalışma olmuş.
kuruçeşme konserini de merakla bekliyoruz.
öperim.

art and mind

birkaç saat sonra ilk final sınavıma gireceğim. ya da aslında o bana girecek.
finalde, yaklaşık 2,5 ay önce teslim ettiğim bir "sanat" ödevimin sunumunu yapmam gerekiyor. ben de dün sabahtan beri bir sunum hazırlamaya çalışıyorum. sunum dediğimde konuşacak ödevi anlatacak 4-5 cümle. ama bendeniz ödev konusunu hatırlamadığı için sunum şu saatte hala hazır değil.
ödevi kadına teslim ettim gitti. son 8 haftadır derse de gitmiyorum. yüzsüzlük edip "hocam ben birkaç(!) haftadır dersinize gelemiyorum. son derse de gelemicem. ama hani biz bi sunum yapıcaktık ya final yerine onu ne zaman yapayım ben?"diye mail attım. o da registrationın belirlediği tarihte yap dedi. şimdi bi de "hocam ben ödevimi pek hatırlamıyorum, siz bi hatırlatıverseniz" diyemiyorum. yüzsüzlüğün de bir sınırı var.
internet history'imi de bir halt var gibi temizleyip durmuşum. en son 21 mayısa gidiyor, çok eski gerçekten. ordan da bir şey çıkmadı yani.
tek hatırladığım çektiğim fotoğraflardan 2 tanesini ödeve uyarlamış, bu ödev için çektim deyip götürmüştüm.
e artık çeneme kuvvet. ne gelirse aklıma söyler ben bu dersi geçerim. yaparım. evet evet yaparım.
yaparım di mi yaa?



sınav sonrası gelen edit: bu yazıyı okuyan şahıs bi de şunu okuyuver. belki de aradığım çocuk sensindir.

Mayıs 23, 2011

beni aşkla aldatma

beni tekrar, tekrar, ve tekrar dinle diyor sanki şarkı.
ve ben tekrar, tekrar ve tekrar dinliyorum.

teoman-bana öyle bakma

Mayıs 21, 2011

hem bedenimiz hem de ruhumuz sarışın bizim

tamam, bugüne kadar saçma sapan şeylere çok daha saçma sapan tepkiler verdim. tamam, çok da normal normlarda bir insan değilim. tamam, bazen ben bile kendimi kestiremiyorum. tamam, arada salağın önde gideni oluyorum.

ama daha önce hiç bu kadar salak olmamıştım. kendi yaptığım şeye bu kadar şaşırmamıştım.

çarşamba akşamı cannım okulumun cannım radyosunun asmalımescit'te sokak partisi vardı. gidelim dedik hep beraber. gittik. her zamanki gibi olağanüstü(!) bir partiydi. bünyelerimiz 10 dakika falan dayanabildi. artık 22 yaşın ağırlığını taşıyan vücutlarımızı fazla yormama kararı alıp parti ortamını ergenlere bırakıp istiklal'e döndük.

işte bu sabah düşündüğümde beni hala şaşırtan olayın yaşandığı yerdeydik artık, istiklal'de.

5 arkadaş yürürken aramızdaki tek sarışınımızdan "AAAAAA MEHMET ÖZKAN'IN KARDEŞİİİİİ" diye bir çığlık yükseldi. diğer 3 arkadaş aval aval bakarken, kendisi esmerimsi ama ruhu sarışın olan benden de can havliyle "MEHMET ÖZKAN KİM? ÜNLÜ MÜ?" diye başka bir çığlık yükseldi.

sevgili mehmet özkanın adını bile bilmediğimiz sevgili kardeşi şaşkın ve "manyak lan bunlar" bakışlarıyla uzaklaşırken bizden, biz de kendi problemlerimizle başbaşa kaldık. ben bir an kendi içime döndüm, mehmet özkan kim yaa diye sorduktan sonra kızım ünlü olsa napıcaksın, kendisi bile değil kardeşi gördüğünüz, ayıp be utan kendinden dedim kendime. bu ajda yerine semiramis'e sarılmak gibi bir şey ki, o iki kardeş de ünlü.

sonra mehmet özkan'ın bizim bölümden bir çocuk olduğunu, kardeşinin de bizim okulda okuduğunu, bizim sarışının da çocukla birkaç kere tanıştığını ama adını hep unuttuğunu öğrendik. istiklalde görünce de bir şaşırmış kendisi, tabii haklı aslında istiklal bize rezerveydi o gece, küçük kardeşlerin ne işi vardı ki. allahallah yani.

çok da içmemiştik aslında biz o gece ama o çikolatalı sufleyi yemeyecektim ben. hep ondan oldu. gerçekten.



p.s. biliyorum böyle yazınca pek de komik olmadı, ama aslında biz çok komiktik o gece. ayy ne var beğenmediyseniz okumazsınız bir daha olur biter. gelmeyin üstüme.

manyak mıyım acaba?

sevgili itunes benimle dalga geçiyor kanımca. gecenin bu saatinde 3000 şarkılık listeden "randomly" olarak çaldığı playlist şöyle:
pilli bebek'ten olsun.
vega'dan iz bırakanlar unutulmaz
redd'den nefes bile almadan
malt'tan olmaz
tnk'den yine yazı bekleriz

tahmin ettiğiniz gibi, bu 5 şarkı sonunda ben intiharın eşiğindeyim. kes bileklerini seyret kanının akışını. yavaş yavaş görüntüler kaysın, hayatın bir film şeridiymişçesine aksın gitsin gözlerinin önünden. kalp atışların hızlansın, nefes alış verişlerin zorlaşsın. sonra uykun gelsin, yavaşça kapansın gözlerin. falan filan.

tabii ki yapmadım böyle bir şey. benim canım kıymetlidir, kesemem ben kendimi. hem severim ben kendimi ay, niye öldüreyim.

ama ardı ardına dalga geçercesine çalan bu şarkılar, azıcık durgunlaştırdı beni. bir kadeh şarap alıp uzaklara daldım.

niye mi? işte onu ben de çok merak ediyorum. desem ki çok aşk acısı çekiyorum ondan, e değil. desem ki platonik aşığım ondan, e değil. desem ki kapanmayan yaralarım var ondan, e o da değil.

bence benim problemim, çekecek bir aşk acımın olmaması.
hayatında 2 kere sırılsıklam aşık olmuş ama ikisi de fazlasıyla kötü bitmiş, bu sebepten de son 8 yılını falan mütemadiyen aşk acısı çeken bir insan evladı olarak geçiren benim için aşk acısı çekmemek büyük bir eksiklik hayatımda.
şarkıları dinliyorum, hüzünleniyorum, durgunlaşıyorum, uzaklara dalıyorum, modum yerlerde sürünüyor. o anda biiinngg bir soru işareti çıkıyor: kimi düşünüyorsun ki sen şimdi? kim için böyle hüzünlendin ki sen şimdi?

sonra bir kadeh şarap daha, bir kadeh daha, bir kadeh daha. şişenin dibini görene kadar. gördük, ters çevirdik bir damla düştü parkenin üzerine. sileyim bence ben onu. ama eğilirsem kalkamayabilirim. harflerin yerini bile zor buluyorum. neyse üzerine basmayayım bari.
bir de ben şimdi diyorum ki çikolatalı sufle olsa da yesem hani. pek bi şükela olurdu.

öyle işte, aşk acım yok diye acı çekiyorum ben. manyak mıyım ne?
ama o değil de, ben o son kadehi içmeyecektim. valla bak.

Mayıs 20, 2011

dur dur dur dur, dur bi dinlen azıcık.

şöyle bir 3 haftadır falan ben leyleği havada gördüm. durduğum yerde duramadım, oturduğum yerde oturamadım. eve zoraki ihtiyaçlar dışında pek uğramadım. duş al, üstündekileri değiştir, ve hemen çık. gezdim, tozdum, ve hatta cozuttum.

hangi klüp hangi partiyi yapmış, hangi üniversitede hangi festival varmış, kim nerde ne konseri vermiş, hepsi benden soruluyordu. taşoda konserleriyle başlayıp, F1 pit stop partiye takılıp, sports festle coşup coşturup, sortie'yle peak yapıp asmalımescit sokak partisiyle duruldum. artık "bi dur be kızım" dedim.

sabah okula diye çıkıp, önce starbucuks sonra tavacı recep sonra bibuçuk sonra asmalı olmadı thales...... sonra biiiiiiiipppppp.......... bir yerden sonra bünye kaldırmıyor tabii, ne kadar kaldırabilir ki zaten. bir karış boyum var, kilom desem o da bir torba çimento kadar bile etmiyor. neyi nereye taşısın zavallıcık. sonra "out of order" oluyorum.

dünden beri evimdeyim, günde 12 saat falan uyuyorum. havalar da bir garip zaten, tam evde film izlemelik. sabahları çıkıyorum boğazda yürüyüş yapıyorum, sonra ahmak ıslatan yağıyor, ve ben ahmakça ıslanıyorum.

falan filan işte ya. gezdim tozdum ya insanların gözüne sokayım istiyorum. ondan yazdım zaten bunu da. pek bir gereksiz oldu. boşuna okudunuz sanki, aman olsun boşverin, okumak iyidir, okumak güzeldir, okumak candır!

Mayıs 16, 2011

kim ki acaba?

birisi beni merak etmiş.
blogu okuyanlardan biri olsa gerek.
"pozitif bıdık", "pozitif bıdık boğaziçi", "pozitif bıdık boğaziçi kim" şeklinde 3 google araması yapılmış.

hangi yazıyı okuduktan sonra merak etti acaba beni?
niye merak etti?
kim olduğumu öğrenince ne olacaktı ki?

boğaziçi'li olduğumu bildiğine göre kendisi yazı taraması yapmış, eski yazılardan falan okumuş. sırılsıklam aşık olduklarımı mı okudu, yoksa aşktan vazgeçtiklerimi mi? bilinç akışlarımı mı, yoksa ev kızı hallerimi mi? bilemedim ki...

neyse, sonuç olarak önce o beni merak etmiş. şimdi de ben onu merak ettim.
naapsak da ulaşsak birbirimize acaba?

Mayıs 11, 2011

tell you what i've found

bu kadın sizce de çok seksi "sex sells" demiyor mu?


ve sen aptalsın

bu şarkıyı nasıl sevdim, nasıl sevdim. en çok da "ve sen aptalsın" dediği kısmı.



Mayıs 02, 2011

zor

Tatildeydim.
Ama İstanbul'da.
Dengesiz havayla birlikte her gün biraz daha dengesizleşen ben.

Ev ayrı bir dünya. Sonsuz bir miskinlik. Uçsuz bucaksız bir can sıkıntısı. Ama bir yandan da derin bir huzur. Anlamsız bir rahatlık.


Beklemek zor. Sıkıcı. Belirsizlik daha da beter.
Ne istediğini bilememek. Seni bekleyenlere hazır olamamak. Hazır olmadığın ama geleceğini bildiklerini öylece durup beklemek.


Gibi yapmak.
Hazırmış gibi.
Güçlüymüş gibi.
Korkmuyormuş gibi.


Başını alıp gitme isteği.
Uzakta olma arzusu.


Bir plajda yüzüne vuran hafif bir meltemle batmaya hazırlanan güneşi seyretme,
Elindeki şarabı yudumlama.
Sessiz,
Telaşsız.
Öylece yaşama.


Mutluluk?
Çok uzak.

Kavuştum!!!!

İnternet bağlantımın elde olmayan sebeplerden dolayı kesilmesiyle birlikte bloguma kavuştum, mutluyum.
Bundan sonraki birkaç cümle "O da nasıl oluyor arkadaşım?" diye soranlar için. Kendi internet bağlantım kesilince ben de etraftaki bağlantılara dadandım. Üniversitem sağolsun, yaklaşık 500 metre uzaklıktaki yurdun interneti sağolsun. Kendi bağlantım anlamadığım bir şekilde bir sabah uyandığımda bloguma erişimimi engellemişti. Yasağın en civcivli olduğu dönemde şakırt diye girerken yasağın yavaş yavaş bittiği şu günlerde sayfa açılamıyor yazısıyla karşılaşıyordum. Giremiyordum, okuyamıyordum, yazamıyordum. Bilgisayar işlerinden zaten bihaberdim, bir de gittim mac aldım daha da bir halt anlamaz oldum. Program indirip, indirdiği programı çalıştıramayan bir bireyim artık. Öyle bekliyordum, kendiliğinden açılır belki diye. Mağdurdum, eziktim. Neyse ki bağlantıyı değiştirince sayfaya da ulaşabilir hale geldim.
Yazılarım hazır.
Hepsini postlicam.
Okuyun!





Nisan 12, 2011

ıı, cık, sevmiyorum işte.

yatağımı ısıttığım, iyice mayıştığım, uyumakla uyumamak arasındaki tatlı çizgide olduğum anda gelen çişim gibisin, sevmiyorum seni.

Nisan 10, 2011

gone with the sin

güne başlamak için belki de en kötü tercih.
aslında ben zaten him'i de sevmem.
ama ville valo'nun sesi ne kadar seksi arkadaş bu şarkıda.
özellikle de
i love your skin oh so white
i love your touch cold as ice
and i love every single tear you cry,
dediği kısım var ya,
onun için bile 50 kere dinlenir bu şarkı.

Nisan 03, 2011

yiyorum, içiyorum, izliyorum. öyleyse ev kızı olmaya adayım.

derin bir televizyon kültürüm var. kendisine ne kadar kültür denebilirse artık.
günün her saatinde oturup her türlü programı izleyebiliyorum. yalçın abi favorim, hele telefon bağlantıları en sevdiğim.
düzenli izlemesem de, hangi dizide hangi programda ne olmuş, ne bitmiş bir şekilde takip ediyorum. sağolsun türk televizyon yayıncılığı televizyon denen aleti gerçekten aptal kutusuna çeviriyor. herhangi bir diziyi 3 hafta seyretmesen de kaldığın yerden devam ediyormuş gibi hissedebiliyorsun kendini. e programlar desen aynı adamlarla dönüyor zaten. bir değişen benim bir de sensin canım okuyucu. 
bu kadar söyledim, aklıma gelenleri şöyle kısa bir özet geçeyim. (anlatım bozukluğu yaptım sanki. özet zaten kısa olur. ama dedim ya çok tv izliyorum, onlarda da özetler en az 45 dakika sürüyor. o zaman özet uzun da olabiliyor.)

kanıt:
ben bu diziyi her koşulda tek geçerim. deniz var bir kere. yerim ben onu, yerim.

ezel:
valla ben bu diziyi içinde bir adet yiğit özşener bir adet de haluk bilginer barındırıyor olmasına rağmen pek seyretmiyorum. cansu dereye katlanamıyorum, oyuncuyum diye geçiniyor olmasına dayanamıyorum. allah için taş gibi hatun, iyi de manken&model, podyuma da yakışıyor. gitsin o işi yapsın o zaman, bıraksın oyunculuğu, valla bak. kenan imirzalıoğlu deyince de o saçma salak pepsi reklamlarındaki hali geliyor gözümün önüne. milyonlarca hayranının kontörleri aldığındaki mutluluğunu düşünmüş de kabul etmişmiş. görende ev, araba bağışlıyor sanacak. epi topu 5 kontör mü ne veriyorsunuz. nolucak arkadaşım ondan.

fatmagül'ün suçu ne?
banyodan yeni çıkmış behlülden sonra perşembe akşamlarını tv başında geçirme sebebimdir ağlak suratlı vural. adamın kendince bir karizması var-dı, ta ki okan'a çıkana kadar. bir de dizide vicdan yapma rolünü iyi oynuyor diye iyice depreştirdiler adamı, içim bayıldı. erdoğanın pişkinliği de ayrı bir baygınlık sebebi. su katılmamış bir saf olan meltem karakteri sinir krizi geçirttirebilir insana. adnan bey bir, bu mal iki. o kadar yani.

öyle bir geçer zaman ki
osman var diye, 90 dakikalık bölümde 3 dakika görünecek diye izliyorum ben bu diziyi.

lale devri
lale'yi boşuna öldürdüler. dizi ondan önce de bir boka benzemiyordu, şimdi de benzemiyor. lan hangi dünyada yaşıyorsunuz siz? kız gitti ablasının kocasından hamile kaldı, bu arada adam gitti başkasıyla evlendi, kızın erkek kardeşi geldi bunu kutlayalım dedi. höönkk!! hele bir de kardeş dizi olayına girdiler, (o neyse, kardeş okul sanki), yer gök aşkla birleştirdiler, türk teyzelerinin ninelerinin zaten karışık olan kafaları iyice karıştı. yer gök aşk'ta da dizideki bayan oyuncuların yarısının aşık olduğu adam bi halta benzese içim yanmicak. iyi yaptı toprak, çınar bile daha yakışıklı o adamdan.

nuri
özlemişim meltem cumbul'u izlemeyi. oktay kaynarcayı sevmesem de artık bu dizi de ona bile az biraz gülebiliyorum. zaten artık erkekler 3 çeşit; bekar, evli, azgın teke. bir de napıyoruz, kusurlarımızı saklıyoruz.

aşk ve ceza
kan davası başlasın, iki aşiret birbirinin köküne kibrit suyu döksün istiyorum bu dizide. ööğğhh geldi artık. yok böyle aşk. yok yani. aradık taradık biz bulamadık. ancak dizilerde romanlarda olur. es kaza varsa paralel evrende falan, o da bizi bulmaz zaten. o yüzden, geçiniz efenim.

kızım nerede
izleyemiyorum ben bu diziyi. korkuyorum. essahtan. korku filmlerini kahkahalarla izleyen ben, bu dizide geriliyorum. hele de bilgisayarla falan uğraşırken fonda bu varsa, daaannn diye bi sesle giriyor dünya ödüm patlıyor. nasıl bir müziktir o arka fona dayadıkları, gerim gerim geriyor adamı.

okan bayülgen
haftanın bir değil birkaç gecesinde ekranları kaplıyor olsa da ben artık okan'ın iyice "ben marjinalim abi, aklıma eseni yaparım, böyle program istiyorum bunu yapıyorum" havasında olmasından sıkıldım. gürgen varken kaçırmadan izlerdim ama artık denk geldikçe.

adını feriha koydum
birazcık özgün senaryo lütfen. artık sıkıldık fakir kız zengin oğlan aşkından. devamlı da gereksiz atraksiyonlara giriyorsunuz, olmuyor. hem ben bir kapıcının, hele de etilerde, bu denli fakir olacağına inanmıyorum. kusura bakmayın. abi bizim kıç kadar -90 metrekare falan- eve bile temizliğe gelen kadın 100 lira istiyor. bu dizide anne karakterinin her günü dolu, villalara falan gidiyor, herkes kadının işine bayılıyor. bu kadın bir temizlikten 300den aşağı almıyordur. haftada 2 gün gitse, bir aylık asgari ücrete tekabül ediyor kadının bir haftalık kazancı. hiç de küçümsenecek bir miktar değil. abartıyorlar.

küçük sırlar
su sen git öl kızım. en güzeli bu. bu dizide bir tek arzu karakterini seviyorum. hatun çok güzel piskopat sevgili oluyor.

evlendirme programları
bunları tek tek başlıklandıramayacağım, kusura bakmayınız efenim. bi ara seren serengil sundu böyle bir program. bence yapımcı devamlı sarhoş geziyordu. aklı başında hiç bir yapımcı böyle aptalca bir şey yapmaz. pardon, manyak mısınız? diye sorarlar adama. hocam, seren serengilden bahsediyoruz, evlilik diyoruz; yok daha neler.
insanların bu programlara olan ilgisi beni gerçekten şaşırtmıştı ilk başlarda. ulan eniştem bile izliyor. yengem amcama "ölürsen ben de çıkarım bu programlara, oturup ölmeyi bekleyemem ben"diyor. şaka gibi. kaynana semradan sonra yeni ekran fenomeni dürdane. değişik bir vaka kendisi. ilginç bir psikoloji tezi konusu olabilir kanımca.

beyaz show
ben kendimi bildim bileli var bu, ve ben kendimi bildim bileli aynı program aynı beyaz.

magazin dünyasına şu anda girmek istemiyorum. zira kısa dedim ama yazı epeyce uzun oldu. ve muhtemelen kimse buraya kadar okumadı. o yüzden allah televizyonu başımızdan eksik etmesin, allah standartlarımızı korusun diyor kapıyorum efenim. iyi geceler, tatlı rüyalar.

Nisan 01, 2011

paylaşayım dedim

yine buluştum mavi koltuğumla.
eve şu L koltuk geldiğinden beri kendisinin pabucu azıcık dama atılmış gibiydi. bu sene o 3 gün dışında doğru düzgün kar da yağmadığı için elimizde sıcak çikolatalarımızla cam önü keyfi de yapamadık. mavi koltuğumla aram iyice açıldı.
ama şimdi, hasret gideresim geldi. aldım elime bir fincan kahve, gömüldüm koltuğa. yoğun sisin arasından boğaz köprüsünü, gelen geçen arabaları falan seyrediyorum.
fona da ortaçgil'in son albümünü ekledim. sen ben, en sevdiğim. şimdi çalıyor.
mutlu muyum ne?

Mart 31, 2011

ben de kaybedenler kulubüne üye olmak istiyorum!

geçen gün bilinç akışı yaparken bu konuya da uğramıştım ama bir daha yazayım. canım istedi.

kaybedenler kulubünü izledim geçen haftasonu. filmden çıkınca insanın kafasında bir "köfte mi yesek?" sorusu yankılanıyor.  (tamam, kabul ediyorum, başka şeyler de yankılanıyor.) biz taksimde fellik fellik köfteci aradık. anasını satayım hiç düzgün köfteci bilmiyormuşuz taksimde bunu fark ettik, taksimdeki her haltı biliriz ama o yok. tavsiyesi olanlar bi zahmet mesaj atıverse ne makbule geçer ha. 

neyse efenim, film bir insan evladına epey süre yetecek kadar espri kazandırıyor. oyunculuklar iyi, müzikler de on numara. ben zaten yiğit'e özgür kız reklamlarından beri hastayımdır, yeri ayrıdır onun. sırf o var diye bile izlenebilir bazı yapıtlar. bkz. dudaktan kalbe, evet bunu yaptım, o diziyi bile izledim. ama düzenli takip etmedim, valla bak. orda da favorim yiğitti, nitekim finalde mutlu oldu. 

ben yine dağıttım konuyu ama, hemen toplayayım. ve hatta bitireyim. abicim siz gidin izleyin bu filmi. gülün eğlenin.

p.s.1. "spoiler benzeri bir şey içerebilir"
ben olsam beşiktaştaki beşiktaş iskelesine giderdim.

p.s.2. bu da filmdeki en güzel şarkılardan birisidir. bu kıyağımı da unutmayın.

Mart 30, 2011

write-uplar beni bekler, ben de yumurtanın kapıya dayanmasını

ilkokulda ortaokulda falan olayım istiyorum. sonra da şu andaç yazılarına dayayayım en klişe cümleleri. olsun bitsin istiyorum.

bana kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim.
sepet sepet yumurta, sakın beni unutma.

ama olmuyor anacım. ne böyle salak şeyler yazmak benim içime siniyor, ne de arkadaşlarım bu yazıları istiyor. artık en başta söylüyoruz nasıl yazılar istediğimizi. öyle de bir yüzsüzüz yani.

bir türlü oturup yazamıyorum, çok zor ya falan diye şikayet edicek olunca da "ooo sen de yazamıyorsan, biz napalım" diyorlar. anasını satayım bi blogumuz var diye ne bu şiddet bu celal. gören de edebiyat parçalıyorum sanacak. aklıma eseni yazdığım uyduruk bir yer. benim için word dosyasının bir level üstü. ayrıca epi topu 20 tanecik okurum var. onlar da okuyor mu pek emin değilim ya neyse.

öyle işte efenim, bir garip sıkıntı içerisindeyim. düşünüyorum düşünüyorum bi halt bulamıyorum yazacak. kesin son güne kalacak bu da. bir can havliyle oturup yazıcam hepsini. zaten yıllık komitesindeki arkadaşımdan da aldım tüyoyu, ertelenir bu deadline daha. 

anlayacağınız öğrencilik hali bu işe de hakim. yumurta kapıyı çalmadan olmuyor bu işler. rahatım azıcık, napayım. zaten ekşiden de uçurmuşlar beni, sinirliyim. aklıma geldikçe uyuz oluyorum. bak yine geldi yine oldum. öööfff... 

neyse bari gideyim de bir bölüm daha kanıt izleyeyim, denizciğimi göreyim. sinirlerim yatışsın. canım benim yaa. (sevindirik smiley hayal ediverin burda.)

Mart 29, 2011

açık mektup yazdım

sevgili böbrek taşım,

çok eğlenceli geçen bir cumartesi günü ve ondan da çok güldüğümüz cumartesiyi pazara bağlayan gecenin sabahında buldun beni. hafif bir sancıyla girdin bedenime. hatta ben seni önce gaz sancısı sandım. biraz da mide bulantısı yaptın. ama yine de dayanabiliyordum sana. tuvalete gideyim bir, rahatlarım belki diye geçirdim içimden. ama yanılmışım. tam tersi oldu. dayanılamayacak seviyeye gelen sancı belimi büktü. iki büklüm yerde kaldım. dizlerimin üzerine çöktüm, ağlaya ağlaya yardım istedim arkadaşlarımdan.

apar topar hastaneye gittik. acil müdahale ettiler. yapılan iğneden sonra biraz rahatlamıştım. gerçi bu arada bütün hastaneyi ayağa kaldırmıştım çığlıklarımla. insanlar bana acımışlardı, senin yüzünden. sana kızgındım. her ne kadar o sıralar varlığından habersiz olsam da.

yapılan tahliller ve testler sonucunda böbrek taşı ya da böbrek iltihabı olabileceğini, yarın gelip ayrıntılı tetkiklerden geçmem gerektiğini söyledi gıccık ötesi doktorum. tabii ki ona gitmedim. doktor olan kuzenlerimden ve abimden bir kez daha faydalanarak günler sürecek tetkikleri 1-2 saat içinde yaptırdım. Sonuç, sendin! Nur topu gibi bir böbrek taşım vardı. Sen vardın.

Küçücük bir şeydin. Sana sempatiyle yaklaşmaya çalıştım. Bir kaç santimlik bana bir kaç milimlik taş canıııım, diye olabildiğince sevimli hale bile getirdim seni. Ben kendi çapımda şirinlik çalışmaları yaparken sen beni sallamadın bile. İçinde bulunduğun bedenin benim bedenim olduğunu unuttun. Gününü gün ettin, keyfini sürdün. Beni hiçe saydın. Çektiğim acılar, döktüğüm gözyaşları umrunda bile olmadı.

Bana başka şans bırakmadın. Ben de seninle savaşmaya başladım. Günde 7 tane ağrı kesici almak zorunda kaldım. Bazen yetmedi, yapılabilecek en ağır iğneleri yaptırdım. Termoforlara sarılıp uyudum. Saatlerce yürüyüş yaptım. Litrelerce su içtim. Her cephede savaştım, kanımın son damlasına kadar savaştım. Seninle birlikte olmayacaktı, bedenimdeki varlığın devam etmeyecekti.

Bu savaş 3 hafta kadar sürdü. Böbrekten üretere düştü, üreterden idrar kanallarına düştü diye adım adım takip ederken seni; ağrılar kesildi. Hafifçe kendini hissettiren sancılar sonlandı. Son yapılan tahlillerde, ultrason görüntülerinde de hiç belirtin yoktu. Gitmiştin, beni bırakıp gitmiştin. Ve ben ilk kez terk edildiğim için mutluydum.

Mutlu hayatıma hızlı bir dönüş yapmıştım. Su tüketimimi azaltmadıkça, kendimi çok yormadıkça herhangi bir problemim yoktu. Artık benim için sabahlar olmasındı. Zevki sefa içerisindeydim. Ta ki iki gün öncesine kadar.

Şimdi sevgili böbrek taşım, aradan nerdeyse 3 hafta geçmişken neden tekrar kendini hatırlatıyorsun? Acaba hala içimde bir yerlerde misin?  Ben sanki "hala burdayım" diyormuşsun gibi hissediyorum. Gel-git sancılarım var. Hoş değil inan bana, hiç hoş değil. Hele de havalar günlük güneşlik giderken, ben bebek, emirgan, moda turları yapmaya yeni yeni başlıyorken. Yapma, gelme geri. Defol git. İstenmiyorsun arkadaşım burda. Azıcık gururlu ol, istenmediğin yere gelme. Var olabilme ihtimalin bile beni yeterince irite ediyor, bir de gerçek olma.

Lütfen.

Mart 27, 2011

bilinç akışı yaptım, umutu başıma koydum, duma duma dum.

ne zamandır yazmıyordum. yarın midtermüm var. ders çalışmamak için yapsam yapsam ne yapsam diye düşünürken bloga yazmak aklıma geldi. çok yazma isteği içinde değilim sanki. yasaklıyız ya, okunamıyoruz ya; ondandır herhalde.

bu aralar hep bir telaş içerisindeyim. yetişmeye, yetmeye çalışıyorum ama devamlı bir yerlere gecikiyorum. hoş olmuyor.

mezun oluyorum. bir nevi aşk yaşadığım üniversite hayatım bitiyor. 3 ay sonra artık öğrenci olmayacak olmak fena halde koyuyor. rahattım halbuki ben böyle, baba parası yemek en güzeliydi. öğrencisin, okuyorsun kimse karışmıyor, ilim yolundasın bir yerde. bir şey deseler "okuyoom abi ben" diyordum oluyor bitiyordu. son öğrencilik günlerimin keyfini sürüyorum.
yıllık hazırlığındayız bir taraftan da. kepli fotoğraflar çektirdik. yazılar yazılacak, düzenlenilecek, basıma verilecek. oooo çok işim var o konuda.
bir de iş mevzu var ki yakınından bile geçmiyorum. kendi işim olsun istiyorum, sonra sıkılıyorum kim uğraşıcak onla ya diyorum. corporate life, adı bile geriyor beni. o yüzden, her seferinde son bir kez daha ignore ediyorum bu konuyu. kısmet ne de olsa.

ne zamandır alayım diyordum, sonunda başardım. fotoğraf makinası aldım. canon eos 500d. yeni sevgilim kendisi. pek bir sevişiyoruz. devamlı beraberiz. azıcık vapur kıçı artisti olma yolunda ilerliyor gibi olsam da arkadaşlarım engelliyorlar. aynada kendimi çekiğim, ya da yeni sevgilimle fotoğraf çekerken başka birinin beni çektiği fotoğrafları facebook profil picture yapmam yasak. sümüklü çocuk, seyyar satıcı, uçan martılar gibi konseptler de yapamıyorum. klişelerden uzak tutuluyorum zorla. portre ağırlıklı çalıştırılıyorum, devamlı kendi fotoğraflarını çektiriyorlar. gerçi mutluyum, bir de onları profil pic yapıp da like aldılar mı kendi resmim like edilmişçesine seviniyorum. evet, manyak oldum.

ne zamandır uğraştığım bir böbrek taşı sorunum vardı. geçti sanıyordum. acaba geçmedi mi dedirten hafif gelgit sancılar yaşıyorum 3-4 gündür. can sıkıcı.

"aşık değilim olabilirim olabilirim"
"ben her bahar aşık olurum" gibi nağmelerle dolaşıyor olsamda aşk denen meretin a'sı bile geçmiyor hayatımdan. o değil, mezuniyet balosuna yalnız gitmek zorunda kalıcam, benim için de etrafımdakiler için de hoş olmayacak.

bir de ben aşık olmadığım zaman kendimi çok boş hissediyorum. ne düşünsem ki şimdi yaa diye kalıyorum. şarkılarda duygulanamıyorum, gerçi aşıkken de pek duygulanmazdım ya neyse. heycanlanamıyorum. pırpır uçuşamıyorum. hayat sıkıcı oluyor.

aşk demişken, gerçeği yok ama platonik bir aşkım var, her zaman olduğu gibi. deniz! deniz celiloğlu! nasıl şirin bir adam, nasıl tatlı. hafiften de tombik ya böyle içim gidiyor. sırf o var diye kanıt dizisinin bütün bölümlerini izledim. sırf adam yakışıklı diye gecenin bir köründe yatmadan önce kanıt izliyorum. seri katil falan yakalıyorum. sonra da o uykudan hayır bekliyorum. ya sorgulanıyorum ya sorguluyorum, her durumda sorgudayım yani. kusursuz cinayet yoktur, mutlaka arkasında bir iz bırakır diye uyanıyorum. şimdi allah için ben zaten sevil atasoy'a hastayımdır, hürriyetteki yazılarını da okurdum. bu dizi güzel olmuş güzel.

havalar da pek bir dengesiz. 3 gün bahar, 3 gün kış, sonra yine bahar diye ilerliyor. havalar 3 gündür güzel ya benim yarın sınavım var. çalışmam lazım. gerçi birazdan başlicam çalışmaya. ama yine de çalışıcak olmanın verdiği bir huzursuzluk vardı üzerimde pek çıkmadım evden dışarı. yarın sınav bitiyor, 1 hafta boşum, ama meteorojiye göre yine yağışlı.

dün de kaybedenler kulübüne gittim. nasıl güzeldi, nasıl eğlenceliydi film. bayıldım. hemen imdb'de çaktım 9 puanı. ay nolur sinema eleştirmenleri gibi teknik yorumlar, eksiklikler falan filan yapmayın hemen, ben eğlendim mi güldüm mü beğendim mi, evet, öyleyse o film haketmiştir 9u. o kadar. şimdi naber diyene standart diyorum, her boka da ya kim bu erol egemen diyorum. güzeliz, hoşuz.

her boka deyince, bir de buna alıştım. her şeye tepki olarak "bok" diyorum. kahveyi döküyorum bok, telefonun şarjı bitiyor bok. ne güzel bırakmıştım ben böyle abuk tepkileri, yine başladım. ööff. bok!

böyle de garip, gereksiz bir yazı oldu bu. niye yazdıysam. pııuurrff...

Mart 02, 2011

DOKUNMA!


BİLDİRİ
Bir ülkenin internet deneyimi ve tarihinin sansürlerle anılması çok trajikomik bir durumdur. İnternetin özü olan birey haklarının ve bireysel özgürlüklerin kısıtlanması, sosyal medya dünyasının özüne tamamen aykırıdır.
Bizler; Türkiye’nin dört bir yanından profesyonel veya amatör olarak blog tutanlar, internette günlük yaşantılarını ve birikimlerini ve deneyimlerini diğer insanlarla paylaşma hevesiyle tutuşan herkes, gelişmeleri endişe içinde izlemekteyiz.
5846’nci no’lu kanunun esnekliğinden mütevellit, 1 Mart 2011 günü, Google’a ait olan ücretsiz blog servisi Blogspot, Digiturk grubunun açmış olduğu dava sebebiyle erişime kapatılmıştır. Süper Toto Süper Lig’in yayın haklarının sahibi olan Digiturk bu davada, korsan olarak LigTV yayını yapan kişilere karşı kendi haklarını savunmak amacıyla hukuki süreç başlatmıştır. Ancak ilgili kanun gereği yasaklamaların, sitelerin adresleri ve alt-domainleri üzerinden değil; IP adresleri üzerinden yapılması sebebiyle Blogspot’a ait birçok ilişkili IP aralığı erişime kapatılmıştır. Böylelikle de binlerce blogger’ın kişisel sitesi sansür kurbanı olmuştur. Bazı bloglara bazı anlarda girilmesinin sebebi ise aynı IP üzerinde birçok blogun yer alması ve aslında her IP’nin yasaklanmamış olmasıdır.
İlgili kanunun esnekliğini ve nelere yol açtığını geçmişte birçok kez görmüşken, devlet sansüründen dolayı binlerce site yasaklanıyorken, Digiturk ve Google’dan daha duyarlı davranmalarını beklemek tüm blogger’ların hakkıdır. YouTube’daki korsan maç yayınlarını kaldırmak için yapılan özel yetki anlaşmasının bir benzerinin de Blogspot için yapılması ihtimal dışı değildir. Bugüne dek Digiturk ve Google bu konuda masaya niçin oturmamışlardır? Google kendi kullanıcılarının hakkını neden savunmamaktadır? Digiturk böyle bir topyekün sansürün yaşanacağını bile bile neden hâlâ, tek amaçları düşüncelerini diğer insanlarla paylaşmak olan bloggerları mağdur etmektedir? Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin yasa koyucuları, vatandaşlarının ifade özgürlüğü hakkının gasp edilmesine neden hâlâ göz yummaktadır?
Kaldı ki bu korsan yayınları yapan kişiler, teknik bilgileri yüksek olduğundan bu yasaktan etkilenmemektedir. Tam tersine bu sansür, tek amacı blog tutmak olan internet kullanıcılarını etkilemektedir.
Digiturk, Google ve Türkiye Cumhuriyeti devletini artık bu sansür ayıbına karşı duyarlı olmaya, tüm sansür karşıtı internet kullanıcılarını bu harekete katılmaya ve tüm basın mensuplarını ifade özgürlüğüne destek vermeye davet ediyoruz.
Tüm Blogger’lar adına,
Bloguma Dokunma

Ocak 07, 2011

uuu beybi, bende bir kıpırdanma oldu.

bir gün bir arkadaşım "kanka ayağı göt ayağı" demişti.
o gün dalga geçmiştim.
bugün hak verdim.

Ocak 06, 2011

hayat garip, insanlar daha da garip

evimin karşısında bir inşaat var. manzaramı azıcık gölgeliyor olsa da alıştım kendisine. zaten bana göre bir gecede dikti adamlar o 6 katlı apartmanı oraya. bir baktım yoktu, bir baktım vardı. "oha, bunu ne ara yaptılar lan buraya" diye şaşkınca tepki verdiğimde 6. kat tamamlanmıştı.

şimdi çatıda 3 işçi var. Biri kaynak yapıyor, biri poz veriyor, biri de elinde cep telefonu fotoğraf çekiyor. poz veren bakıyor, beğenmiyor, tekrar çektiriyor. anladığım kadarıyla arkasına köprüyü ve boğazı almaya çalışıyor. biraz da artistik durmaya çabalıyor. nedense içimden bir ses bu akşam facebooktaki profil fotoğrafı değişecek diyor.

ben de işte oturdum ders çalışmaya çalışıyorum. 3 saat sonraki finalime çalışmayı bu sabaha bırakınca hoş olmadı tabii ama, oldu bir kere. yapıcak bir şey yok artık. neyse ben çalışmaya devam edeyim, şu perdeyi de kapatayım.

Ocak 02, 2011

2011! dinle beni şekerim, sana söyleyeceklerim var.

şu yeni yıl kutlamalarını hiç anlamamışımdır. nedir yani bundaki keramet? biten sene neydi ki gelen sene ne olsun. hayatındaki kötü şeyler yeni sene gelince puuuff uçtu mu? yoo. mesela benim baş ağrım hala devam ediyor. ya da zaten iyi olan şeyler daha mı iyi oldu? ki bu noktada benim için başka bir tartışma konusu açılır : kime göre, neye göre iyi/kötü?
bir yaş daha yaşlanmış olmanın neresi güzel. ilkokul hayatım boyunca anlamamışımdır niye yılbaşlarında bir yaş yaşlandığımızı, benim doğum günüm yazın ki. ya da her yerde bangır bangır 2012de kıyamet kopacak diye bağırırken millet 2011e giriyor olmak bence son derece vahim bir durumdur. daha vahimi 2012ye girmektir. ha derseniz ki ben 2012nin sağ salim bitişini kutlayacağım, gelin buyrun beraber kutlayalım.
bir de "ver içkiyi gör eğlenceyi" mevzusu var. adam içince bir bok var zannediyor. gelsin votka gitsin tekila. sonra eli dursa kolu durmuyor, o dursa başka bir yeri durmuyor. erkek milletinin hepsinin içinde sağlam birer mağara adamı var aslında. ehlileştiriyorlar onu, normal zamanlarda fark etmiyoruz. azıcık içince, kafalar güzelleşince bilinçaltındakiler hafiften su yüzüne çıkıyorlar. işte kimisi tacizci oluyor kimisi tecavüzcü, kimisi de gay.
bu yılbaşı kutlamaları da bana göre mahalle baskısı. aralık 1 dedi mi, bütün konuşma konuları bir şekilde dönüyor dolaşıyor "yılbaşında ne yapıcaksın?"a geliyor. insan kendini bir şey yapmak zorunda hissediyor. "tanrııım, yeni yıl geliyoorr. çook eğlenmeliyimmm!!" hönk!
neyse, eğlendik eğlenmedik, içtik içmedik 2011 benim "gelme kardeşim, gelme bacım, yapmaaa" şeklindeki uyarılarımı dikkate almadı, geldi. dün dinlemedi, ama bugün dinleyecek.
2011, şekerim gel senle bir anlaşma yapalım. ben senden beklentilerimi söyleyeyim sen onları yerine getir. ben de seni hep iyi hatırlayayım, senden hep iyi söz edeyim. sevmediklerimi beter ederim, bilesin.
ilk olarak bebeğim, şu baş dönmesi, mide bulantısı, tansiyon düşmesi gibi bilumum tatsızlıkları al götür benden.
bütün talih kuşları gelsin beni bulsun. bütün çekilişlerde benim adım çekilsin. şanslı numaralar benim biletimde yazsın. falan filan. anladın sen onu.
ayrıca şu engellenme, sansürlenme olaylarını da bir kaldırıver be yavrum elin değmişken. bir siteye bağlanmak kullanıcısının tercihine ve hakkına kalsın bırak.
kredi kartı ekstrelerimi de bir yok etsen var ya senden kralı olmaz.
yaprak dökümünün hiç tekrarı yayınlanmasın. çocuklar duymasın yayından kaldırılsın. ali kaptanın kafasına caroline kadar taş düşsün. fatmagül bi kendine gelsin, bi üstüne başına şekil versin, sonra da gitsin o selim, erdoğan, vural ve kerim 4lüsünün ağzına sıçsın. içtikleri tekilaları burunlarından getirsin.bir de ay yapım eski romanlardan uzak dursun.
canım ülkem bölücü pisliklerden ve din istismarcılardan yakasını kurtarsın. (sosyal mesajı da sokarım araya.)
madonna istanbul'da konser versin, ve ben o konsere gidebileyim.
secret'larım totem'lerim tutsun. dualarım kabul olsun.
son olarak da zengin koca istiyorum. valla bak. öyle çalışıcam, yükselicem, kariyer yapıcam gibi dertlerim yok. zengin bir koca bulayım, çalışıcaksam ona çalışayım istiyorum. evimin hanımı, çocuklarımın anasını olayım istiyorum. bugün keki üzümlü mü yaptırsam çikolatalı mı diye düşünmek istiyorum. dernek çalışmalarına gideyim istiyorum. süsleneyim püsleneyim evin içinde dolanayım istiyorum.
öyle işte 2011, senden böyle küçük beklentilerim var. ilk aklıma gelenler bunlar. zamanla aklıma geldikçe bildiririm sana. en en son olarak da diyorum ki, şekerim 2010u aratma, 2012yi bekletme.


p.s. 25 aralık 2009da ev arkadaşımla(EA) benim (PB) aramızda geçen bir konuşmayı yazmadan geçemedim.
EA: ben yeni yıl olsam gelmezdim düşünsene nasıl bir baskı var üstünde herkes gel gel diye bekliyor.
PB: manyak mısın kızım sen yaa
EA: niye?sen olsan gelirdin sanki de, hıh.
ben biraz düşündükten sonra
PB: gelirdim, ama geç gelirdim. hahahahahah....