Kasım 20, 2010

bu çok fena koydu be!

bu sabah uyanıp da saate baktığımda, telefonumun üstünde 12.03 yazıyordu. kendime okkalı bir oha savurduktan sonra kalkıp güne başladım. yine abuk sabuk rüyalar görmüştüm, yine kendimi garip hissediyordum. kızım bıdık bugün kendine bir güzellik yap şımart kendini, dedim. uzun sıcak bir duşun ardından harika bir kahvaltı siparişi verdim kendime. süslendim, püslendim, evden dışarı attım kendimi.

hava harika, güneş muhteşemdi. ellerim ceplerimde yavaş yavaş yürüdüm. etiler hiç bu kadar sakin olmamıştı galiba. starbuckstan lattemi aldım, akmerkeze doğru yürümeye başladım. bugün çağancığımın yeni filmi giricek vizyona, onu izleyeyim diye geçirdim içimden. (çağan dediğim çağan ırmak, kendisi benim askerlik arkadaşım olur da, ondan böyle çağancığım diye bahsederim hep. hay allahım ya.)

sinemaya gittim, bilet almak için sıraya girdim. önümde 2 tane kız, 10 yaşlarındalar. bir türlü film seçemediler, filmi seçtiler oturucakları koltuğu seçemediler, biletleri aldılar parayı ödeyemediler. yan gişe mis gibi akıyor, ama ben inat ettim ya illa o gişeden alacağım bileti. neyse sonunda gitti kızlar da sıra bana geldi. gişedeki çocuk yüzüme bile bakmadan "hoşgeldiniz. hangi film?" diye sordu. oysa ki ben en sıcak gülümsememle ona doğru bakıyordum. yine de pes etmedim aynı şirinlikle, "merhaba, kolay gelsin. prensesin uykusu'na bir öğrenci lütfen" dedim. "koltuğunuz nerde olsun, ön arka orta?" diye sordu bu seferde gözünü ekrandan bir an bile ayırmadan. "arka orta, lütfen" dedim. o an bir şey oldu, bir şey söylemek için kafasını kaldırdı, gözgöze geldik, ben gülümsedim. çocuk kaldı, öylece kaldı. bir şey söylemek için ağzını açmıştı, ama söyleyemedi. sadece "ıııııııı......şeeyyyyy..." diye kekeledikten sonra "ne diyecektim ben ya?" dedi. güldüm, güldü, güldük. "güzel" dedi, "çok güzel" dedi. suratımda yamuk bir sırıtma ve kocaman bir soru işaretiyle ona bakınca "film!" dedi, "film baya güzel." dedi.
içimden bir ses "madem o kadar güzel, gel bir kez de benle izle." dedi çocuğa. dışımdaki ses de "eminim öyledir." dedi. tabii çocuk ikinci sesi duydu. ne vardı sanki içimdeki sesle dışımdaki ses yer değiştiriverseydi de çocuk asıl duyması gerekeni duysaydı. ne vardı yani.

ben içimdeki ve dışımdaki sesin uyumsuzluğuna kızmakla meşgulken kafamı çevirmemle birlikte onları gördüm. onu ve sevgilisini. eski sevgilimi ve yeni sevgilisini!! bir zamanlar ben tutuyordum o eli. bir zamanlar biz gidiyorduk sinemaya. ben öyle aval aval bakıp kalmışken kız cırtlak sesiyle "ayyyy,, acaba hangi filme girseeeekkk? bence aşk filmi izleyeeeeliiiimm" diyordu. benim eski sevgilim de, hani benim zamanında bir kez olsun bile aksiyon filminden başka filme götüremediğim var ya işte o da, "sen hangisine gitmek istersen canım" diye kararı kıza bırakıyordu. lan adi herif, derdin benle miydi senin? ben senin yüzünden abuk sabuk bir sürü aksiyon filmi, savaş filmi izleyip durdum. şimdi gelmiş bu cırtlak sesli safsalak tipli kızla aşk filmi mi izliceksin? şimdi allah belanı versin diyeceğim bela dönüp dolaşıp beni bulacak, hiç olmayacak. allah nasıl biliyorsa seni öyle yapsın, e mi! diye söylene söylene mısır almaya gittim. mega boy mısır ve kola siparişi verirken bir yandan da "allaaahım lütfen benimle aynı filme bilet almasınlar, noluuurrr, noluuur" diye dua ediyordum. ta ki, kızın sanki suyun kaldırma kuvvetini keşfetmiş gibi "aaaa, çağan ırmak'ın yeni filmi gelmiiiş baaakk, ona gideliiim" demesine kadar. allahım aynı filmdeyiz, lanet olsun. ben, eski sevgilim, ve yeni sevgilisi.

mısırımı ve kolamı almış görünmeden sıvışayım derken gördü beni. arkamdan seslendi. döndüm, dönmek zorunda kaldım. kaç yıldır görüşmüyorduk. güzel bakan gözlerini unutmuşum, gülümsemesini de. bu çocuk ben onu bıraktığımda da bu kadar tatlı mıydı, yoksa şu an başka bir sevgilisi olduğu için mi bana bu kadar yakışıklı görünüyor diye çözmeye çalışırken beynim, eski sevgilim yeni sevgilisini benle tanıştırıyordu. "eski bir arkadaşım" dedi benim için imalı bir bakış atarak. ya da bilmiyorum bana imalı geldi. zaten o an çocuk bana "ben"le başlayan bir cümle kursa ben de "ben de seni seviyorum" diye atlayabilirdim. noluyoruz yaaa......

derken anons duyuldu, "salon 5teki filmimiz başlamak üzere". "aynı filme gidiyoruz değil mi? hadi girelim" dedi kız. eski sevgilim mısır ister misin hayatım diye sordu, kız hayır canım çok yağlı oluyor gerek yok, dedi. sonra filme girdik, beraber. eski sevgilim, yeni sevgilisi, ben ve mega boy mısırımla kolam.

onlar salona elele girerken benim elimde koca bir paket mısır vardı. işte 'yalnızlık' bu. bir zamanlar senin elini tutan elin artık başka bir eli tutması senin elininse boşta kalması. işte bu var ya, çok fena koyuyor be.


p.s. prensesin uykusu güzeldi, çok güzeldi, baya güzeldi.

Kasım 15, 2010

F1 tuşu gibisiniz sevgili ev sahibim

bir insanın evini su basmasının nasıl bir şey olduğunu anlatacağım efenim bu yazımda, okuyunuz lütfen. benim başıma gelmez demeyin, ben de öyle diyordum ama geliyor, oluyor yani böyle şeyler. hayat halleri..

sabahın geç saatlerinde uyanmış yatağımda mayışmaya devam ederken bir su sesi duydum. böyle şarıl şarıl, şırıl şırıl. bu duvarlar ne kadar ince yan dairenin su sesi bile benim evde, diye geçirirken içimden su sesinin fazlasıyla yakından geldiğini fark ettim. noluyoo lan diyerekten yataktan fırlayıp mutfağa adımımı attım ki her yer su içinde. şıpır şıpır. boru patlamış! hem de pis su borusu. apartmanın bulaşık sularının aktığı boru. leş gibi kokuyor her yer.

böyle bir durumda aklınıza gelen ilk şey, gideyim ev sahibine haber vereyim, olmalı. ama kılığınıza bakmadan. "ayy bu saçla hayatta dışarı çıkamam", "ayy pijamalarımı değiştireyim", "ayy sütyenimi giyeyim" derseniz ve bunları yaparsanız mutfaktaki su hole doğru akıyor. yapmayın!

neyse ben hazırlanıp indim alt kata, ev sahibime. "ev sahibi amca imdaaaatt" moduyla. kendileri evde değilmiş, safsalak bir oğlu var o çıktı. anlattım anlamadı, tekrar anlattım tekrar anlamadı.
eğer siz de ev sahibinizi evde bulamazsanız, telekominikasyonun nimetlerinden faydalanmayı aklınıza getirin. telefonu kullanın ve ev sahibinizi arayın ya da bir tesisatçıyı. ama babanızı değil, annenizi değil, hele hele iski'yi hiç değil. su çekiyorlardı onlar diye düşünüp itfaiyeyi de aramayın, 2 kova su için getirip adamları sonra bir de gereksiz yere meşgul etmekten ceza ödemeyin.

telefon haklarımdan birini ev sahibimi aramak için kullandım, alo ev sahibi amca yardım hattı'nı. adamcağız beşiktaş'taymış. geliyorum dedi, topladı aleti edavatı geldi. yaklaşık 2 saat boyunca uğraştı. yaptı baya bir şeyler. mutfak dolaplarım yerinden çıkabiliyorlarmış mesela. bulaşık makinasını kursun diye getirdiğim tesisatçı beni duvarı kırmam gerek, su çıkışı yok burda diye kandırmış mesela, su giriş ve çıkışları ev yapılırken hazırlanmışmış meğerse.
ben bu ev sahibi amca'nın mesleği ne merak etmiyor değilim doğrusu. tesisatçı falan mısınız dedim, kiracılarla  uğraşa uğraşa öğrendim, dedi.
"-banyodaki klozet akıtıyor
-hallederiz"
"-evde yangın çıktı
-hallederiz"
"-evimi su bastı
-hallederiz"
bu modda bir insan evladı kendisi. rahatlığı ve iş bitiriciliğiyle beni benden almıyor desem yalan olur hani. adam F1 tuşu gibi, help butonu.

boruyu tamir edip işi bitirdikten sonra da yanındaki eşine "topla takımı hanım, gidiyoruz" dedi. toplayıp takımı kolkola girip gittiler. zaten yolda da elele yürürler hep. beraber alemlere aktıklarını duydum. bence hala oldukça aktif bir seks hayatları var. (buna da laf arası dedikodu diyoruz.)

e iyi güzel hoş boru tamir edildi de, ev toptan battı. sıkı bir temizlik lazım. zaten ben boru ilk patladığında arayıp annemi ağlamıştım telefonda 'bu ev nasıl temizlenicek' diye. dediğini yaptım, aradım temizlikçiye "kop gel gari, temizlik var" dedim. ertesi gün için anlaştık. ben de geceyi çok sevgili bir arkadaşımda geçirdim. garip, başta eğlenceli, sonra saçma sapan, abuk sabuk, bana neden geceleri bu ekiple dışarı çıkmadığımı hatırlatan kötü biten bir  geceydi. ayrıntıları belki anlatırım. ya sanmıyorum aslında. anlatmam yani. pek de anlatmaya değecek bir gece değildi.

sabah uyandığımda başka bir sürpriz bekliyordu beni. bu sefer de canım evimin ana su vanası bozulmuştu. dolayısıyla evin suyu kesikti. yine bir ev sahibini arama, onun gelmesi, uğraşması, tamir etmesi şeklindeki olaylar örgüsü gerçekleşti. su kesillince arayıp iptal ettiğim temizlikçiyi su gelince arayıp tekrar çağırdım. o gelene kadar da gideyim marketten alışveriş yapayım dedim, koştur koştur gittim, bulduğum çamaşır suyu, deterjan, yer silme bir şeyleri, kokulusu, yağ çözücülüsü falan ne bulduysam 3er 5er tane aldım. yolda taşıyayım onları derken önce bir poşetin sapı koptu, onu başka bir poşete aktardım. sonra o aktardığım poşetin altı yırtıldı, benim bütün deterjanlar yollara saçıldı. allahtan patlayıp ortalığı mahvetmediler. bu sefer de kimini çantama kimini kucağıma doldurdum eve kadar koştur koştur gittim.

temizliğe gelen kadın da ayrı bir alem. zaten beni düzgünü bulsa şaşarım. temizlediği yerleri tekrar batırdı, tekrar temizledi. ama en kötüsü yağ şişemi kırdı. ben bu yaz epeyce gezip epeyce aradıktan sonra esse'de tam da istediğim gibi yağ şişeleri bulup almıştım. 2 tane. mutfağa dair en sevdiğim detaydı. ama salak kadın düşürüp kırdı birini. çok üzüldüm. koca kadına kızacak halim yok, olan da olmuş zaten, önemli değil dedim. ama gel bir de bana sor, önemli mi değil mi. aynısını da bulamam ki ben şimdi onun. ööfff.

öyle ya da böyle evim artık tertemiz. mis gibi bahar çiçeği kokuyor. airwick sağolsun. evimin tesisatı da azıcık elden geçmiş oldu. hani her şerde bir hayır var derler ya, o misal. oldu bitti gitti.

Kasım 12, 2010

horoz dövüştüren eroslar

eros kapımı fazla çalıyor, her gelen bir arkadaşa bakıp da çıkacaktım diyor.

bir aşık bir gıcık

vaktiyle ben birine aşıktım. öyle böyle değil ama. sırılsıklam. yatıyorum onla kalkıyorum onla. böyle dedi. şöyle yaptı. şurdan geldi şuraya gitti. bununla konuştu, onunla küstü. bugün kırmızı kazak giymişti çok yakışmış. dün yeşil t-shirt giymişti nasıl hoş olmuş, gözlerinin rengi ortaya çıkmış. bugün saat 10da geldi, dün akşam da 5 gibi gitmişti.
ölümüne aşığım anlayacağınız. öl dese, nerde? diye sorarım hatta. o raddedeyim yani.
ben buna yanaşıcağım diye neler yapmadım ki. en yakın arkadaşlarından biri diye, hiiiç sevmediğim bir çocukla arkadaş oldum. beraber partiye bile gittim. ayy hatta o partide, benimkinin ev arkadaşı bana asıldıydı da zor kurtaydıydım çocuktan yakamı. dans edelim derken götürüyordu çocuk nerdeyse beni. telefon numaramı vermeyeceğim diye akla karayı seçtiydim. bak yine aklıma geldi yine kötü oldum.
sadece bunla kalsa iyi gene. ben gecenin bilmem kaçında ortaköy'de olduğunu duyup oraya gittim, 5 tur attım, sokak sokak gezdim. tesadüfen karşılaşmış olalım diye. noooldu?? bir halt olmadı. o telaşla telefonumu kaybettim. telefonumu buldum anahtarımı kaybettim. gece 2de sokakta kaldım, tek ve tek başına.
sırf bir konuşma esnasında eve çıkışımızın 1. yılı onu kutlamayı planlıyoruz dediğimde arkadaşı bizi de çağırırsın artık dedi diye 20 metrekarelik salonumda 50 kişiye parti vermeye kalktım.
bütün yakın arkadaşlarıyla yakın arkadaşlıklar kurdum. üye olduğu bütün klüplere üye oldum. izlediği her filmi izledim, dinlediği sarkıcıların bütün şarkılarını ezbere söyledim. oturduğu semte taşınayım bile dedim. sonuç mu? bir iki sohbet dışında hiç bir şey olmadı. uzaktan uzağa bakıştık, ben ve onun anlamsız boş boş bakan yeşil gözleri.

olayın üzerinden azıcık zaman geçti ki, ben şimdi çocuğu verseler bana bir kaşık suda boğarım. yaparım.
hani aşıktım, hani ölüyordum bitiyordum. noldu? oldu bitti gitti. artık sevmiyorum.
nasıl sinir bozucu, nasıl irite edici, nasıl 'tiiksiiinç'miş meğerse (selin yerebakan* söyleyişiyle düşünün piliiiz).
aynı dersi alabilsek diye bir taraflarımı yırtarken, şimdi sınıfta karşılaşınca "ööff, bu da mı bu dersi almış" yapıyorum en memnuniyetsiz surat ifademle. gelip yanıma oturuyor başka yer mi kalmadı ya dercesine bakıyorum suratına. gözgöze geliyoruz boş boş anlamsız gözlerim aval aval kalıyor öyle. laf atıyor kaale alıp cevap bile vermiyorum. "hiç cevap vermem sana, boşuna" diyorum osmancık** misali.
hele ki geçen sınavda öyle bir havayla geldi, millete caka sattı, yakın arkadaşlarına gereksiz hava attı ya, ayyy dedim içimden ben nasıl bir zamanlar sana aşık olmuşum. anacım aşkın gözü cidden körmüş. her şeyi geçtim, her daim o kadar allığa rağmen benimkilerden pembe olan yanakların yeter senden uzak durmam için. yanaklarda heidi mode on yani. işte görememişim. olmamış. yapamamışım.

velhasılı kelam, bir aşığım bir gıcığım. yata yuvarlana gidiyoruz. sonumuz hayır ola.

* bkz. avrupa yakası
** bkz. öyle bir geçer zaman ki

Kasım 11, 2010

bedenimden de tembel olan ruhumu seviyorum.

yarınki finans sınavına girmeme kararı almanın hafifliğiyle koltuğum, battaniyem ve uzaktan kumandamla geçen mutlu bir gece. giydim pijamadan hallice eşofmanlarımı topladım saçlarımı da tepemde. aldım çerezimi, kolamı, mandalinamı. oohh mis valla.
financial institution'larmış, market'larmış, FX rates'deki değişimlermiş, spot ve forward rate farkıymış yansımasıymış vız gelir tırıs gider efenim. hiç umrumda bile olmaz. (aslen aklımdan geçen cümle bu değildi ancak terbiye sınırlarım onu yazmaya el vermedi. içimden söyledim, oldu bitti gitti.)
bunca zamandır introduction'ı olsun, macro'su micro'su olsun, ve hatta managerial'ı olsun bir sürü ekonomi dersi almış, çoğundan zar zor geçmiş bir insan evladı olaraktan hangi akla hizmetle seçmeli derslerimi finans üzerine olanlar arasından itina ile buluyorum, "ille de o olacak diyorum" anlayabilmiş değilim. kendimle derdim neyse?
Ben ki, 22 yıllık hayatım boyunca bir kerecik olsun paramı ayın sonuna yetirebilmiş değilim.yok! olmadı, olamadı! illaki 3. haftanın ortasında arayıp "babişkoom param bitti ya benim" demişimdir. 
Ben çocukken en büyük hayali richie rich'le evlenmek olan biriyim ya. rüyamda kendimi gloria, komşu oğlunu* da richie olarak görürdüm. evliydik, mutluyduk falan. var mı daha ötesi? hiç sanmıyorum. 
kendi kumbaramı kırıp içindeki paraları alır, bakkala gider avcuma doldurabildiğim kadar şeker alırdım. en çok limonlu ve portakallı olandan.
ilkokula başlayınca abimle aynı okula gitmeye başlamıştım. ben ilk teneffüste bütün harçlığımı bitirir, 3. teneffüste gidip abimden para alırdım. hep de gidip arkadaşlarının yanında isterdim ki, hayır diyemesin. yüzsüzlüğü ele alıp lisede bile yaptım ben bunu. evet yaptım, kız arkadaşlarının yanında hem de. kötü müymüşüm ne?
accounting dersinde debit credit balance'ını tutturamazdım zaten. kredi kartımın beni aşan borçları yüzünden hep açık veriyorum. avantajlı gibi görünen ama aslında sadece pazarlama taktiği olan kampanyalara da kanarım ki ben. vaktiyle yanlış hesap yapıp bir cafede hesap kadar bahşiş bırakmışlığım da var. zaten biz 3 arkadaş beraber hesap ödeyeceksek illa sorun çıkar, kesin fazla öderiz.
tüm bunlardan sonra finans düşünüyorum ya, e çüş bana.
ayy bir de sıkıcı, bir de kasvetli bir iş ki sormayın gitsin.
yani, o kadar finans çalışmasından anladığım tek şey bu: ben finansçı olmayacağım, olamam ki zaten.
bunu hemencik kabullenen, "amaaaan boşver, takma kafana, takıl dilediğince" diyen aklımı, buna ayak uyduran bedenimi, bedenimden de tembel olan ruhumu seviyorum ay  ben.

* komşu oğlu için bkz.

Kasım 06, 2010

ders çalışmak bana zarar veriyor. valla bak.

salı gününe bir case çalışması, bir quiz'i, bir ödev teslimi
çarşamba gününe bir midterm'ü,
perşembe gününe başka bir midterm'ü,
cuma gününe de paper yazımı olan bir zavallı insancık olarak; gerçekten acınacak durumdayım.

sabah 9'dan beri sandalyede oturmaktan popom düzleşti. bol bol yastık desteği almış olmama rağmen, belim birazdan kopuverecekmiş gibi ağrıyor. devamlı başımı eğmekten boynum tutuldu. sandalyede şekilden şekle girmek için çırpınan bedenim ayaklarımla ne yapacağına karar veremedi. "her zaman nereye koyuyordum ki ben bunları?" diye düşündü durdu, bir uzattı, bir çekti.

içtiğim kahvenin sayısını bile bilmiyorum. alttaki bakkalın asi ama evli tavşancık oğlu, aldığım kahveleri görünce "sınav var herhalde yine" diye pişkin pişkin sırıttı. kahve içiyorum selülit yapıyor, böbreklerimin içine ediyor. abur cubur yiyorum midem bozuluyor. placebo etkisi yapsın serotonin salgılatsın azıcık mutlu olayım diyorum çikolataLAR yiyorum, yağ yapıyor, kilo aldırıyor.

devamlı bilgisayara bakmaktan -slidelara çalışıyorum efenim- gözlerim yerinden çıkacakmışçasına ağrıyor. sanki biz buraya ait değiliz diye haykırıyorlar. maruz kaldığım radyasyonunsa haddi hesabı yok.

sinir stres katsayımdaki artıştan bahsetmiyorum bile. milleti darlayıp duruyorum. zavallı annecimle babacım adana'da bile benim gazabımdan kendilerine düşen payı aldılar. psikopata bağladım.
kendim, kendime, kendim için, mfö ile cem'den pisi psikopatım'ı söylüyorum. (tık)

p.s. resim masamın son hali :)

sevgilisi olmayan kız

bir kız gitmeye üşendiği için ağda randevusunu erteliyorsa, o kızın sevgilisi yoktur.

bir kız ten rengi süper ince çorap giyiyor, üstüne de "nasılsa çizme giyeceğim görünmez" diye düşünüp en alakasız renkteki ama en kalın çorabını giyiyorsa o kızın sevgilisi yoktur. okul ya da iş çıkışı geleceği yer sevgilisinin değil, kendisinin evidir.

bir kız kotun üzerine bol kalın kocaman bir sweet giyiverip dışarı çıkıyorsa o kızın güzel görünmeye çalıştığı bir sevgilisi yoktur.

bir kız iç çamaşırı alışverişi yaparken "ayy dantelli değil pamuklu olsun, rahat olur o" diye bir cümle sarf ediyorsa o kızın bir sevgilisi yoktur.

bir kız cuma ya da cumartesi akşamını evinde candan erçetin, levent yüksel, ya da sezen aksu dinleyerek geçiriyorsa o kızın sevgilisi yoktur.

bir kız zamanının 80%ini facebook'ta twitter'da geçiriyor, eski arkadaşlarına sarıyorsa o kızın sevgilisi yoktur.

bir kız "bu akşam bir şey yapalım mı?" diye soran arkadaşına, refleks cevap olarak "oluuuurr" diyorsa o kızın başka planlar yapabileceği bir sevgilisi yoktur.

bir kız dışarı çıkarken bırak makyaj yapmaya, rimel sürmeye bile üşeniyorsa o kızın sevgilisi yoktur.

Kasım 04, 2010

woman in red

daha önce de söylemiştim, yine söylüyorum, hep de söyleyeceğim: "dişi olmak zor zanaat anacım."

isviçreli bilim adamları alp dağlarının zirvesinde gidip kayak yapmak yerine kapanıp enstitülere kadın erkek ilişkileri hakkında, başka yapacak hiç araştırma yokmuşçasına, garip gurup çalışmalar yapıyorlar. yok kadınları çekici yapan detaylar, yok erkeklerin kadınlarda sevdiği 10 şey, yok ideal eşteki özellikler.

şimdi ben kendi adıma ideal eşimde aradığım özellikleri, erkeklerde sevdiğim 10 hatta 20 şeyi bildiğim için, o çalışmalar ilgi alanıma girmiyor. amma velakin söz konusu olan kadınları çekici yapan detaylara gelince ister istemez gözüm kayıyor sonuçlara.

kırmızı ruj.
kırmızı oje.
topuklu ayakkabılar.




iyi güzel hoş kardeşim de, siz biliyor musunuz o kırmızı ojeyi sürmek ne büyük dert? manikür yapmadan süremezsin bir kere, illa ki taşar. taştıktan sonra sadece taşan kısmı da silemezsin bütün parmağı silmek zorunda kalırsın. onu sileyim derken pamuktaki oje parmağı boyar falan filan.



kırmızı ruja gelince, tenine uyan kırmızı ruju bulmak başlı başına bir derttir zaten. hadi buldun diyelim onu taşırmadan sürmek hiç de göründüğü kadar kolay değildir. bir kere kırmızı ruj kullanmaya karar verdiysen vazgeçemezsin, silmeye kalkarsan ortada garip renkte bir dudak kalır. taşan kısmı varsa oraları silmek de problemdir, ne kadar silersen o kadar kırmızı olur.





topuklu ayakkabılar, evet gerçekten çekicidirler. evet gerçekten seksidirler. hele de ince topuklu zarif bir ayakkabıysa. gerçi benim favorim siyah kalın topuklu parlak rugan pabuçlardır. ama seksi oldukları kadar işkencedir de onlar. ilk birkaç saat iyidir de 2. saatten sonra sızlamaya başlar ayacıklar. biraz daha geçince "çıkar bizi burdaaan!" diye çığlık atmaya başlarlar. eve gelip de çıkardıktan sonra önce soğuk suda bekletmek ardından yüksek bir yere uzatmak suretiyle sızısı azıcık olsun dindirilebilir.

tabii bunlar erkeklerin bildikleri şeyler değildir, pek umurlarında oldukları da söylenemez zaten. kırmızı ojelerimizi kırmızı rujumuzu sürsek topuklu ayakkabılarımızı giysek süslensek püslensek gelsek yanınıza tabii bayılırsınız bize.
ben olsam ben de bayılırım bana.

Kasım 02, 2010

iki kişilik yaşam formuna hazır değilmişim, anladım!

benim cannııımm annem "süürpriiiizz! ben geldim!"şeklinde evime teşrif edince, sanki yıllardır birbirimizi görmüyormuşuzca hasret giderdik, halbuki henüz 1 ay bile olmadı ben adana'dan döneli.
bütün gün kolkola bebek'te turlamamız, alışveriş yapmamız, beraber yemek yememiz, koltukta dibdibe oturuşumuz yetmemiş olacakki bize, gece de koyun koyuna yatmaya karar verdik, evdeki o kadar yatacak yere rağmen.

bendenizin yatağı x large boyutlarında bir yataktır. ozan'ın deyimiyle o yatağa benden 5 tane sığabilir. yorganım yatağımdan da büyüktür. babam üniversiteye geldiğim sene istanbulda bulduğu ilk mağazadan tek kişilik diye almıştı, ama yıllar içinde anladık ki yorgan 2,5 kişilikmiş. hani artık büyük yataklar moda ya, bu da o yataklar için yapılan yorganlardanmış. yıllarca "kızım sen küçüksün ya, yorgan ondan sana büyük gibi geliyor. tek kişilik o." diye savunan babam geçen sene yatağımı değiştirince kabullenmek durumunda kaldı yorganın tek kişilik olmadığını. gerçi şimdi de "ileri görüşlü adamım işte, tahmin ettim senin tek kişilik yatağa sığmayacağını ondan yorganı büyük aldım." diyor ama, neyse.
neyse efenim, baktık saat gece yarısını geçti, biz de koltukta mayışmayı bırakıp yatağa geçtik. ben bir tarafta yatıyorum annem diğer tarafta. yorganın arası açılıyor, soğuk hava geliyor. uyuyamıyorum. olmuyor! anneme yaklaşıyorum, bu sefer de çok haşır neşir oluyoruz, ben yine uyuyamıyorum. olmuyor! kolumu atıyorum annemin koluna çarpıyor, bacağımı atıyorum annemin bacağına çarpıyor. bir türlü rahat edip uyuyamıyorum. olmuyor! kombi kışın en soğuk gününde çalıştırdığımız derecede. evin içi hamam gibi. ama ben yorganımla istediğim yakınlığı kuramadığım için, ona yorgandan çok uyku tulumuymuş gibi davranamadığım için üşüyorum. uyuyamıyorum. olmuyor!  çaprazlamasına cenin pozisyonunda yatmaya alışık olduğum yatağımda düz yatmaya çalışıyorum. uyuyamıyorum. olmuyor!

kısacası, uykusuz geçen bir gece.
ve uykusuz geçen bu gecenin ardından, yatağımla ve yorganımla arama kimseyi sokmak istemediğimi anlamış olmam. 
ister annem olsun ister sevgilim, alsın yorganını gitsin salondaki koltukta uyusun mışıl mışıl. o rahat ben rahat. 
ohh mis!