Haziran 23, 2010

yolculuktan notlar, bölüm 1

Oldum olası yolculukları sevmemişimdir ben. 1 saat ya da 16 saat fark etmez; ister uçakla, ister trenle, ister kendi arabanla... Sevmem ben yolculuğu. Yolculuk mevzu bahis olduğunda bile içimi sıkıntı kaplar.

Bundandır 3 senedir Dilara'nın yanına Kırıkkale'ye gitmeyişim, Harun'un yanına Ankara'ya. Bundandır İzmir'dekilerin bana her daim sitem etmesi.

N'apayım arkadaşım, bu bünye yolculuk dendiği zaman fıttırıyor.

Ama nasıl olduysa neden olduysa bilinmez, bu haftasonu Eskişehir'e gitme kararı aldım. Kararı uygulamaya koydum. Bindim trene, çuf çuf çuf....

***

Şu an trendeyim, hiç de çuf çuf bir yolculuk değil. Gayet rahat koltuklarda, mis gibi klimalı vagonlarda normal insanlar için oldukça rahat bir yolculuk, oldukça da eğlenceli.

Çaprazımda oturan teyzeler pek bir alem. Ufak çaplı bir altın günü organizasyonu yapıyorlar. Kurabiyeler, poğaçalar, kekler, çaylar da şirketten... 'Keşke Nişantaşı'na gitseydik, haftasonu ya bugün ünlüler sanatçılar falan alışverişe geliyorlarmış oraya. Ebru Şallı falan. Nurgül Yeşilçay çocuğunu getiriyormuş, görürdük belki.' dediklerini duydum bir ara. Suratımda kocaman bir sırıtmayla izliyordum ki gözgöze geldik kendileriyle.

Ve tam şu anda ben önümdeki küçük deftere bunları yazarken, penceremin kenarında bir çocuk ağlıyor, 25 yaşlarında biri. 'N'oluyoruz ya?' derken önümdeki koltuğa oturan (duraktayız) kızın da ağladığını fark ediyorum. Kanımca iki sevgiliden biri uzağa gidiyor. Bu trenle gidebileceği en uzak yer Eskişehir. O da burdan 2 saatlik bir mesafe. Niye ağlıyorlarsa? Tamam tamam ben anlamıyorum bu aşk meşk işlerinden...

ve yine şu anda, benim fark ettiğimi teyzelerde fark ediyor, ve kızı aralarına alıyorlar.'Ya ben ya ben???' Aşk olsun, ben burda 2 saattir size bakıyorum, yazımda sizi anlatıyorum, ama siz bana bir dilim keki çok görüyorsunuz. Öyle olsun bakalım, unutmayın ki kalem benim elimde, okuyucum benim yazdığımı okuyacak, sizi benim anlattıklarımla betimleyecek kafasında...

'Ne diyorum ben ya, yok anacım yolculuk bana yaramıyor!!'

***

Yola çıkalı 2 saatten fazla oldu. Güneş de bizimle beraber yol alıyor. O batıyor, biz de adım adım yaklaşıyoruz Eses'e..

***

Karaçam köyünden geçiyoruz şimdi. Çok güzel, yemyeşil... Yeşilin bu tonunu görmeyeli çok oldu. Evler de çok güzel.. Dağ evleri, çatılı falan, ahşaptan.. Çok şirinler... Ama soğuk olur bunlar kışın, ısınması da zordur. Gıcırdar da bunlar, hele bir de tahta kurusu olursa, aboooo....

***

Yemek vagonundayım, siparişimi verdim bekliyorum. Ortam tam kafaları çekmelik. Meze ağırlıklı bir menü var zaten. Fonda Zeki Müren çalıyor. Sanat güneşimiz özlediğim sesiyle söylüyor 'zevke veda neşeye de, veda artık her şeye.. arzular bir bir hayal oldu....'

***

Trende bir sürü 20li yaşlarda genç var. Çoğunun kulağında bir kulaklık hafifçe ayaklarıyla ritm tutuyorlar, geri kalanları da uyuyor. Bazı erkeklerde gazete var, spor sayfası açık.
Trende 50 yaşın üstünde amcalar da var, ve onların elinde birer kitap...

***

Esin aradı, 'Nerdesin?' diye sordu. 'Yoldayım' dedim... Yok yok yolculuk bana cidden yaramıyor.

***

25 dakikalık bir rötarla yola çıktık sonunda. İstanbul'a dönüyorum. Saat 9 suları... Katre katre kararıyor gece. Ben yine elimde bir bardak kahveyle kararan geceyi seyrediyorum. Elif Şafak'ın romanı vardı aslında elimde, Mahrem. Ama gece ve sessiz dışarısı o kadar göz alıcı ki...

***

Sıkıldım, bütün vagonları dolaştım. Artık beni tanımayan yok bu trende...

***

Arka taraflardan 9-10 yaşlarında bir çocuk 'Anne frijit ne demek?' diye sordu. Anneden cevap yok.

***

Annem 6, babam 4 kez aradı. Yolculukta yanyanayız sanki. Saatin geceyarısını geçmesi ve benim hala dışarıda olmam onları gerçekten korkutuyor. Halbuki bilseler.... Neyse kamuya açık alanlarda yazmamak lazım böyle şeyleri...

***

Saat 00.40, sonunda Haydarpaşadayız...

***

Saat 01.05 ve gulbendeyim!!!

***