Ekim 30, 2010

içimdeki görümceden korkuyorum!

abim yeni bir sevgili yapmış kendine. aslına bakarsanız sevgili yapmamış, kız bizimkini kafalamış. sinir oldum. kızı elime geçirsem bir kaşık suda boğabilirim. şahika koçarslanlı moduna girip, salon kadını çizgimden kayıp o kızın saçını başını yolabilirim. yapabilirim, yaparım!

benim saf abim doktor olma yolunda son adımını atıyor, kendisi şu günlerde intern doktor. sevgili yenge aday adayım(!) kütahya'da iktisat okuyormuş. kütahya'da ne üniversitesi varsa. ya da niye okuyorsa orda? ha gidip orda okumuşsun, ha gidip açıköğretim okumuşsun. ne farkı var? sonuçta işsiz kalacaksın. sonra sağda solda şöyle işsizlik çok, böyle işsizlik çok diye dert yanıp duracaksın. önce bir dön kendine bak!
gerçi haspamın iş aramak gibi bir derdi yokmuş, benim saftiriğim öyle dedi. babası mı zengin dedim, yok dedi. ee derdi ne, niye iş aramıyor dedim, beni kafaladı ya dedi. ha bunun farkındasın yani dedim, bir şey demedi.

salak ay! gerçekten su katılmamış salak!

valla kız kafalamış benim abimi, bırakmaz artık. niye bıraksın ki? ben doktor sevgili bulsam ben de bırakmazdım. ohh mis.. her dediği yapılıyor, her istediği oluyor. telefonda bir de carlıyor abime, niye bütün gün aramadın diye. gerizekalı, çocuk bütün gün ameliyattaydı heralde. ayy bunun doğurucağı çocuklar da kendi gibi salak olur. 
bak yine sinirlendim. içim fena oluyor düşündükçe. uykularım kaçıyor aklıma geldikçe. iştahım kapandı ay 2 gündür (2 gün önce öğrendim de).

belki de iyi bir insancıktır, bilemiyorum. ama ben bu kızı sevmedim, sevmem! eğer saftiriğim tanıştırmaya kalkarsa da çok fena burnundan getiririm. kız ya arkasına bile bakmadan kaçar, ya da abimle hemen evlenir. olsun, o zaman da boşatmak için uğraşırım. yaparım!

Ekim 17, 2010

20 Eylül 1945

bu geç vakit
bu sonbahar gecesinde
kelimelerinle doluyum;
zaman gibi, madde gibi ebedi,
göz gibi çıplak
el gibi ağır
ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
kelimeler.
kelimelerin geldiler bana,
yüreğinden, kafandan, etindendiler.
kelimelerin getirdiler seni,
onlar; ana,
onlar; kadın
ve yoldaş olan..
mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar.
kelimelerin insandılar.

Nâzım Hikmet

Ekim 16, 2010

Posso chiamare la mia pazienza "amore" ?

per i nostri sette anni insieme,
per quella parte di te che mi manca
e che non potrò mai avere,
per tutte le volte che mi hai detto non posso,
ma anche per quelle in cui mi hai detto ritornerò...
sempre in attesa,
posso chiamare la mia pazienza "amore" ?

tutto nella vita può essere.
tutto nella vita vivibile.
tutto è normale.
il modo più normale è quello di amare.
per amore di una donna
per amore di un uomo
solo l'amore.

per ascoltare durante la lettura: due destini

Ekim 15, 2010

demek ki neymiş?


hani ilk komşu oğluna aşık olanlar var ya, işte onlardanım ben de. daha o yaz 5 yaşına basışımı kutlamıştık. şirin apartmanındaki evimize yeni taşınmıştık. biz 3. kattaydık, o karşı apartmanda 1. katta. balkona oturur, saatlerce saf saf izlerdim onu. abimin arkadaşıydı. her pazar sokakta futbol maçı yaparlardı. ben de tuttururdum "beni de alın oyuna" diye. almazlardı. anneme söylemekle tehdit edince mecbur kalıp kaleci yaparlardı. ama kaleye değil bana doğru şut çekerlerdi. hatta bir keresinde eşşek kafalı komşu oğlu suratıma yapıştırmıştı topu da çok pis ağlamıştım. suratım mosmor gezmiştim bir hafta boyunca. bir keresinde de topu yakalayacağım diye koşarken motor çarpmıştı bana, yine onun yüzünden. kafam yarılmıştı, çok kan akmıştı, canım çok acımıştı.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

sonra anasınıfına başladım. öğretmenim annemin yakın arkadaşı olunca 2. dönemde başlamama izin vermişlerdi. ama orda herkes zaten arkadaştı, ben sonradan gelendim. çocuklar bazen çok acımasız olabiliyorlar, ben çok yalnız kalmıştım. ama o vardı. arada gelir legolardan yaptığı anlamsız tanımlanamayan cisimleri kafama, koluma, bacağıma, nereye denk gelirse fırlatır giderdi. kafam şişer, sağım solum morarırdı. bir keresinde de salak şey yerden aldığı ot, böcek, toprak allah ne verdiyse her şeyi gelip başımdan aşağı dökmüştü. kanımca sevgisini böyle gösteriyordu, haşin sevenlerdendi o da. sonra da gidip yılsonu gösterisinde rakip kızla eş olmuştu. çok üzülmüştüm.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

hüzünle biten bu aşkı da geride bırakıp ilkokul 1. sınıfa başlamıştım. sınıfta bir caner vardı ki, sormayın gitsin. bal rengi gözleri vardı, açık kumral saçları. saçma sapan bütün oyunlarda eş olurduk biz. beraber saklanırdık, beraber kaçardık. yağ satarım bal satarım da birbirimizi kovalardık. ellerimiz birbirine değerdi, kalbim pırpır ederdi. her şey güzeldi, ilk kez. ama sene sonu geldi ve ben sınıf değiştirmek zorunda kaldım. bir ayrılık acısı daha.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

yeni bir sınıf, yeni arkadaşlar ve dolayısıyla yeni aşklar demekti. ben ekrem'e aşıktım, kerem de bana. 2 yıl boyunca bu aşk üçgeni itişip kakışmalarla devam etti. bir akşam, tam da yemek saatinde, kerem'in annesi bizim evi arayıp "benim oğlum sizin kızınıza aşık. konuşmak istiyor ama çekiniyor. telefonu merve'ye verebilir misiniz?" demişti anneme. annem şaşkın ve hiç bir şey anlamamış bir suratla telefonu bana uzatmıştı. tanrım, kabus gibi bir konuşmaydı. hayatımdaki en zor telefon konuşmasını henüz 9 yaşındayken yapmış olmam sizce de haksızlık değil mi? babam soran gözlerle bana bakarken telefonda "ben galiba seni seviyorum" diyen kerem'in sesini duymak gururdan çok "ne halt yicem ki ben şimdi yaa" hissi uyandırmıştı bende. kerem annesinin desteğiyle dillenmiş olsa da ekrem'in duyguları geçen seneye kadar hiç konuşulmadı. onun aşkı eski bir defterin artık sararmış olan sayfalarında kalp içindeki M ve E harfleriyle kaldı. benim de bir aşkım daha böyle söndü, geçti, bitti. kerem'in kuzeni aslı, yakın arkadaşımdı, kerem'i sevmedim ekrem'i sevdim diye küsmüştü bana. aşkı kazanamadığım gibi arkadaşımı da kaybetmiştim.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

2 seneyi de böyle geçirince ben eve daha yakın bir okula alındım. en sevmediğim şeydi sınıflara sonradan dahil olmak. ama kader ya, hep böyle oldu. daha sınıfa ilk girdiğim gün sınıfın ve hatta okulun eenn tatlı çocuğuna Tuncay'a aşık olmuştum, bütün kızlar gibi. ama paşam bu ilgiden öyle memnundu ki bir onunla bir bununla takılırdı. o gün kimin saçının örgüsü daha güzelse beyimiz onunla otururdu. ilkokuldaki son yıllarım saçımı nasıl yapsam ki diye düşünmekle geçmişti. pislik benim saçlarıma övgü yağdırırken, sınıftaki en yakın arkadaşlarımdan birine yazıyormuş meğerse. yanıma oturduktan 2 gün sonra irem'e onu sevdiğini söylemişti. ne kadar ağlamıştım, benim saçlarım onunkinden güzel diye.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

ilkokulu böyle aşk acılarıyla doldurunca ortaokula aşka tövbe etmiş bir şekilde başlamıştım. güzel arkadaşlarım oldu. iyi bir arkadaş grubum vardı. buğra vardı, sınıftan bir çocuk. 1 hafta boyunca "sana bişi sölicem kızım ben" diye dolaşmıştı, sonra "kızııım ben var ya senden çok hoşlanıyom." dediydi. sonra küstük. sonra emre vardı. "seni seviyorum, emre" diye bir not yazıp kitabımın arasına koymuştu, onu da 10 gün sonra annem bulup bana vermişti. zavallı benden tepki alamayınca çok üzülmüş. sonra en yakın arkadaşlarımdan dediğim onur bana aşık olduğunu söyledi. ilk aşk mektubumu o yazmıştı bana. "ağlasam sesimi duyar mısın mısralarımda" diye başlıyordu, "ben seni çok seviyorum." diye bitiyordu. çok üzülmüştüm. o benim arkadaşımdı. olmaz, demiştim. 3 gün yemek yememiş, öyle demişti okan. çok üzülmüş, ağlamış hatta.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

liseye başlayınca ben ilk gerçek aşkımı yaşadım. ilk gerçek heyecanımı, ilk gerçek uçuşumu, sonra da ilk popomun üstüne sertçe düşüşümü. tek ayak üstünde onlarca yalan söyleyen birine aşık oldum. inanacağım yalanlar söylesin istedim. onu bile yapmadı adi herif benim için. ilk kabuslarımı gördüm onunla ben, ilk gidip gidip geri gelişlerimi yaşadım onunla, zaaflarımı fark ettim, en büyük zaafımın da o olduğunu. kısacık bir sürede ilk gerçek aşkımın ilk gerçek nefretime dönüşmesini seyrettim. aynı adamı tutkulu bir aşkla severken ondan ölesiye nefret etmeyi öğrendim acı içinde.
demek ki neydi, aşk acı çekmekti.

üniversiteye başladım, büyük umutlarla, dünya üzerindeki en saf salak insan olarak, kezban paris'te moduyla. "çok büyük bir aşk yaşicam ben" "rüyalarımın erkeğini bulucam" "beyaz atlı prensim atının terkisine atıp götürücek beni buralardan" diye geldim, "noluyoz lan, hani prens vardı burda.kurbağa ya bunlar hep!!!" diye gidiyorum. sonra "kızım yapıcak bişi yok. madem hepsi kurbağa, seç birini öp. belki prense benzer bişi olur. beyaz atı da artık mezun olup iş bulunca verir parasını alırsınız." dedim, seçtim birini öptüm. kör talihim kara bahtım, kurbağa beyaz atıyla birlikte prense dönüştü ama bana sadece siğil bulaştırdı. paşamın derdi; yeni nesil prens olmak, prensesLERle takılmakmış. anlıyacağınız bir halt değişmedi. aşk benim için hala acı çekmek.

yıllar yıllar geçti üzerinden, ben şimdi çoğunu gülerek hatırlıyorum. yüzümde kocaman tebessümler  bırakıyorlar. iyi ki olmuşlar hayatımda diyorum. ama aynı zamanda da ekliyorum;
"ulan eğer sizlerden biriyse bana 'aşksız kal' diye beddua eden, yakaladığımda çok pis öpücem onu ben!"

Ekim 11, 2010

sabah sabah mutluluk

uzun ve soğuk bir haftanın ardından
yüzüme vuran güneşle
bahardan kalma bir güne uyandım bu sabah.
mutluyum.
bana 5 beden büyük olan yatağımı her zamankinden daha çok sevdim.
bir o kenarına, bir bu kenarına kıvrılıp bir saat kadar daha uyudum.
mutluyum.
yataktan çıkmadım.
laptopumla, playlistimle, gazete manşetleriyle seviştim biraz.
mutluyum.
sıcacık suyla köpük köpük
uzun bi duş aldım.
mutluyum.
mis gibi kahve kokusunu içime çektim.
bardağın sıcaklığını avucumda hisssettim.
mutluyum.
giyindim.
süslendim.
püslendim.
mutluyum.
bu yazıyı yazıyorum.
birazdan evden çıkacağım.
mutluyum.

Ekim 10, 2010

everybody has regrets

sevgili günlük diye başlayan yazılar yazmadım onlara hiç.
adları günlüktü ama hiç günü gününe de yazılmamıştı onlara.
hissettikçe, düşündükçe, sevdikçe, aşık oldukça
yazılan yazılar vardı
bazen 20 sayfa bazen 200 sayfa yazdığım günlüklerimde.
hiçbirisini saklamadığım
hepsini tek tek yok ettiğim günlüklerimde.

niye?
neden?
bilmiyorum!!

hatırlamak istemedim belki.
insanoğluna bahşedilmiş en güzel armağan olan 'unutma' yetisini yazdıklarımla kör, topal etmek istemedim belki de.
yaşananlar yaşandıkları zamanda kalsın,
beni büyütsün.
beni olgunlaştırsın.
ama o kadar!!
anılar anı olarak kalsınlar.
saklandıkları yerlerden çıkmasınlar.

her ne kadar,
"yaşadıklarımdan hiç pişman olmadım" desemde,
"keşkesiz, acabasız bir hayat" için çabalasamda,
benim de hatırlamak istemediklerim var demek ki,
benim de geçmişimde silmek istediklerim var.

ilk aşk mektubumu en yakın arkadaşlarımdan birinden almış olmamdır
belki de o mektubu yırtmış olmamın, hiç yazılmamış saymamın sebebi.
ilk gerçek aşkımın ilk gerçek nefretim olmasıdır belki de
o aşka dair bütün kalıntıları yok saymış, yok etmiş olmamın sebebi.
kim bilir...

kanıtları tek tek silsem,
fotoğrafları yaksam,
kağıtlardan kayık yapsam denize bıraksam,
olmamış, yaşanmamış saysam da
yaşam dediğimiz o süreç var ya
olmuyor ona kattıklarını ne yapsan ne etsen yok edemiyorsun.
kalp kırıntılarını bile olsa saklıyor,
bir anda, hiç beklemediğin bir anda
çıkarıp önüne koyuyor,
"vaktiyle böyle olmuştu, hatırlasana" diyor.
ve
ne kadar inkar etseler de herkesin pişmalıkları var,
herkesin mutlaka bir keşkesi, bir acabası var
diye dank ettiriyor.

Ekim 09, 2010

dişi olmak zor zanaat

sabah kahvaltısı niyetine 4 koca dilim üzerine nutella boca edilmiş ekmek yediğim zaman anlamalıydım aslında.
hadi o olmadı, koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde sabahtan beri biriken boş çikolata paketleri, puding kutuları önemli bir ipucu olmalıydı.
"demek ki bünyenin ihtiyacı vardır canııım" deyip de yemeksepeti'nin sayfasından canımın istediği her şeyi sipariş ettiğimde de dank edebilirdi.

ama bendeniz, 22 yaşındaki koccaman kadın, hala regl döneminin düzenini kavrayamamış; hala ped kullanması gerektiği zaman anlayabilmiştir durumu.
ha tabii bir de sancılardan.

her seferinde farklı bir şekilde bulur onlar beni,
bir ay mide bulantısı
bir ay baş dönmesi
bir ay bacaklarda titreme
bir ay yumurtalıklarda kasılma
kafasına göre takılıyor yani.
bazen o kadar coşar ki;
doktorumun en kuvvetli ilaçlardan biri dediği ilaç bile yeterli olmaz,
seville birlikte gecenin bir yarısında hastaneye taşınırız.

şimdi de öyle;
sıcak su torbam bacaklarımın altında
ilaçlarım ve suyum yanı başımda
çikolata stoğum pufun üzerinde
laptopum kucağımda
bir elimde kitaplarım
bir elimde uzaktan kumandam.

velhasılıkelam, dişi olmak zor zanaat anacım..

from two to one, from pain to fun

bu geceye, yağan yağmura eşlik eden şarkı bu.
aklımı boşaltan, düşüncelerimi silen şarkı bu.
yalnızlık hissi veren şarkı bu.
derinlerde bir yerdeydin, nerden çıktın sen şimdi dediğim şarkı bu.

Ekim 08, 2010

battaniye, kahve, house md

sevgilin yoksa eğer bu, yağmurlu günler için en ideal plan olan "sevgilin, battaniyen ve uzaktan kumandan" üçlüsünü gerçekleştiremeyeceğin anlamına geliyor.
böyle zamanlarda yanındaki ve içindeki boşluğu bir nebze olsun doldurmak için çeşitli alternatifler var tabii. mesela bir fincan kahveyle başlayabilirsin..
yanına damak'tan fıstıklı çikolata ya da toblerone.
ya da şu an benim yaptığım gibi bir kavanoz nutellayla bir paket kepek ekmeği alabilirsin önüne.
dominos'un pizzaları da iyi gider böyle havalarda.
biraz hamaratsan ve üşenmeyip mercimek çorbası yaparsan değme keyfine.
haftaiçi bir gün olduğu için az biraz şanssızsın. muhtemelen bu saatte gerçekliğine inanamayacağın kadın programları vardır televizyonda. bu programların kadın programları diye adlandırılmasında azıcık cinsiyetçilik sezsem de konuyu umursamıyormuş gibi davranıyorum, yani geçiniz!
haftasonu olsaydı en azından dizi tekrarları olurdu, 5 dakika bu 10 dakika bu şeklinde izler gündemi takip ederdik. Ezel kimi öldürmüş, Fatmagül'ü kimle evlendirmişler, Ali Rıza Bey'e ne olmuş?
bir adet dvd playerın varsa, gerçi ona gerek yok bilgisayarının olması yeterli, evde taa bir zamanlar aldığın ama bir türlü izleyemediğin bir film mutlaka vardır, evde yoksa internette kat'i suretle vardır, onu izleyebilirsin. her ne kadar artık eskisi kadar çok romantik komedi film çekilmiyor, çekilenler de eski tadı vermiyor da olsa tavsiyem bu tür üzerinedir. hatta izlemediysen meg ryan'la timothy hutton'ın oynadığı serious moonlight'ı izle. ortalamadır ama meg ryan vardır, daha ne olsundur.
ya da hepsinden dinlendiricisini yapıp, sevdiğin bir cdyi takıp kitabını eline alabilirsin.
ben bugünü, hatta hava böyle devam ederse haftasonumu battaniye, kahve, house md üçlüsüyle sürdürmeyi düşünüyorum. hayati ihtiyaçlar dışında koltuğumdan kalkmayı, hele hele evimden çıkmayı aklımın ucundan bile geçirmiyorum.
kısacası; garfield mode: on!!

Ekim 05, 2010

just let me free

yok arkadaşım
olmuyor, yapamıyorum.
"Ders" olayını sevmiyorum, sevemiyorum.

kitap okuyayım, seve seve
yazı yazayım, güle oynaya
sınavlara çalışayım, tamam
quizlere gireyim, projeler hazırlayayım, onlara da tamam
ama bana "Derse gir" deme!!!!

futboldan hiç bir halt anlamayan, futbol maçlarını hiç sevmeyen, ofsaytın tam olarak ne olduğunu bile kavrayamamış biri olarak Manchester United'la Liverpool arasında geçen 90 dakika bile, hangi ders olursa olsun, blok yapılan bir derste geçen 90 dakikadan daha tercih edilebilir olmuştur benim için..

ben ki "o kadar okuyamam ben" deyip tıp seçmemiş bir insanım. "oldu canım, 6 sene üniversite okuyayım, bir de yetmezmiş gibi tekrar sınava girip en az 5 sene daha okuyayım.imkan dahilinde bile değil!!" diye şu aralar intern doktor olan abimin "sen de doktor ol" ısrarlarına göğüs germiş bir insanım.
şimdi de "Acaba master mı yapsam? Londra'da bir okula mı başvursam, Avrupa'da bir yeri mi tercih etsem?" diye düşünüyorum.

kendimi tanımıyor olsam neyse de..
2 sene daha oku, üstüne tez yaz...
ben??
yok yok, olmaz, olamaz, olabilemez..

artık bir senior olmak koysa da zaman zaman,
okul bitmesin ya desem de,
öğrencilikle haşır neşir ilişkime senelerce daha devam etmek istesem de,
bu Boğaziçi'ne, Boğaziçi'li olmaya özgü bir durumdur.

bu sebepledir ki,
bu sabah derste geçen 100 dakikanın ardından,
gelecek planlarıma farklı bir yön çizmeye karar verdim.

eğitim sistemine sesleniyorum,
just let me free!!!!!!

Ekim 01, 2010

Aşk denen şey, adama profiterolün "aman ne var onda canım, ben yaparım" deyip de deneysel çalışmalarda bulunulmaması, gidip paşa paşa İnci'de yenmesi gerektiğini öğretirmiş...

Aşk denen şey, adama eldivensiz soğan doğratırmış..

Eldivensiz soğana dokunamayanlara bile doğrattıysa, aşk bayağı  bir şeye kadirmiş demek ki..

Yarından Korkutan Gerçekler

Günlerdir kafamın içinde dönüp duruyor söyledikleri.
Aklım almıyor, mantığım kabullenemiyor.
Kalbimse gerçekten acıyor.
Acaba diyorum, 
Ben de onlardan biri olsaydım böyle mi olacaktı hayatım?

Kuzenim Şanlıurfa'da öğretmenlik yapıyor.
Bir Türkçe öğretmeni olarak ilk görevi çocuklara Türkçe'yi öğretmek.
Yazmayı ya da okumayı değil, konuşmayı.

Yaşadıkları, gördükleri o kadar farklı ki bizim hayatımızdan.
Başlık parası eski Kemal Sunal filmlerinde kalmamış meğerse.
İlk oturduğu evin sahibi her sene bir kızını evlendiriyor, sonra da evin üzerine bir ev daha yapıyormuş.
Hatta adama kendi kızları yetmemiş olacak ki, Aysun'u da evlendirmeyi teklif etmiş;
"Senin boyun uzun, o yeter. En az 20bin edersin sen"

Okuldaki öğrencilerinin çoğunun ablası, abisi ya dağdaymış, ya da hapishanede.
Onlara "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diye sorunca aldığı cevap hep aynıymış:
"Dağa çıkıcam ben örtmenim"
Yapılan konuşmalar, ikna çalışmaları, doğruyu yanlışı gösterme çabası..
Ama cevap aynı:
"Olmaz örtmenim, dağa çıkıcam ben. Benim abim de dağda zaten. Davamız var bizim."

Her sene bütün evleri kapı kapı gezip, anne babaları çocuklarını okula göndersinler diye ikna etmeye çalışıyorlarmış mesela.
Kadınların pek söz hakkı yok.
Yıllar önce Demet Akbağ bir reklam filminde söylemişti ya,
"Ben bilmem, beyim bilir" diye; aynen öyleymiş işte.
Babaların gözünü para bürümüş,
"Ben gönderdiydim hoca çocuğumu, devlet para vericem dediydi, ama vermedi. versin parayı önce, sonra al götür çocuğu" diyeni mi ararsınız,
"Okuyup da napıcak, sonunda zaten dağa çıkıcak" diyeni mi.

Okulda aşı yapmak pek imkan dahilinde değilmiş.
Hemşireler kapıdan içeri, çocuklar pencereden dışarı...
Nedeni mi?
Basit!!
Çocuklar eğer aşı olurlarsa kısır olacaklarına inandırılmışlar.
Aşı yaptırırlarsa çocukları olamayacak, böylece onların soyu tükenecek.
Devletin planıymış bunlar hep.
İnanmaktan vazgeçmedikleri buymuş.

Babası Porsche marka jipe binerken çocuğunun okula çorapsız yırtık ayakkabıyla geldiği,
En basit tetanoz aşısının bile yapılamadığı,
Çocuğunu okutmak için devletten rüşvet isteyen anne babaların yaşadığı bir yer burası..

Kanımı donduran gerçeklerden,
Beni yarından korkutan gerçeklerden,
Her gün bir yenisinin su yüzüne çıktığı bir yer burası..


Aşk denen şey, adamın içinde ciyak ciyak bağırma isteği uyandırırmış..