Ocak 31, 2013

şıtpıtşut

hani üniversitedeyken sabah uyanırsın, ama aslında uyanamazsın, ama derse gitmen gerekir, ama hiç gidesin gelmez.
sonra sen uyurken beynin arka tarafta çalışmaya başlar, ve dahiyane(!) bir fikirle karşına çıkar. hani senin sınavın vardır ya iki gün sonra, evde kalıp ona çalışsan daha iyi olacaktır. şimdi kalk hazırlan, okula git gel, bir sürü zaman kaybı olacaktır. onun yerine evde kalıp ders çalışsan ne de güzel olur aslında.
üç aydır görmediğin sevgilinmiş gibi sarılırsın bu fikre. gerçi üç aydır görmediğin adam sevgilin olur mu orası tartışılır. uzak mesafeli ilişkiler ne kadar gerçektir bilinmez. bu da bambaşka bir post konusudur, o yüzden şu an için geçiniz.
bu fikri benimser, sever, okşar, koynuna alır yatarsın. zaten derse gitmeyerek bir çok saat zaman kazanmışsındır, biraz daha uyusan ne olacaktır ki. uyursun, uyursun, uyursun.
işte ben bu sabah öyle olsun istedim.
ders çalışmam gereksin, okula gitmeyeyim dedim. sonra uyuyayım, uyuyayım, uyuyayım.

bi de hiç öksürmeyeyim.


Ocak 25, 2013

bu da böyle bir gecemdir

gecenin 4ünde "anneeee" diye ciyak ciyak bağırarak uyandım. bu çok pis hasta olacağım anlamına geliyor.

boğazım da ağrıyor zaten. ferhat'ın benimle balını zorla paylaşmasını sağlayarak kendimi ballı ıhlamur terapisine soksam da, yok arkadaş o boğaz illa ki ağrıyor. ulan o kadar bademciklerimizi de aldırdık. beni o zaman bir daha boğazın ağrımayacak, hiç hasta olmayacaksın diye kandırmışlardı. ay salaktım ben galiba küçükken. hem zaten ben küçükken insanların isminin büyüdüklerinde değiştiğini sanıyordum. ne yani kamil amcanın adı küçükken de mi kamil'di. çok çirkin.

gecenin bir köründe uyanınca bir süre whatsapp'tan furkana sardım. baktım onun işi var. facebook, twitter takıldım. sonra onlardan da sıkıldım. diktim gözlerimi tavana boş boş baktım. baktım. baktım. uyuyamadım. napsam ki diye düşündüm. napsam da uyusam. biri beni pışpışlasa mı? cuk cuk cuk baş parmağımı mı emsem? koyun mu saysam? napsam?

derken uyudum. ama uyumaz olaydım. popom mu açıkta kaldı ateşim mi çıktı o esnada nedir arkadaş; gittim rüyamda eski sevgiliyi gördüm. saçmasapan da bir şeydi. dağ tepe bayır dolanıyorduk. fercan da vardı bak rüyada bir ara, şimdi hatırladım. abudik yerlerde dolanıyorduk, ordaki evlerden biri benim eski evimmiş güya.  kayboluyorduk, yolu buluyorduk, uçuyorduk kaçıyorduk. lara croft gibi hatundum resmen.

bi de zombiler vardı rüyada. valla bak. en korkulu rüyalarımdan biri gerçek oldu, zombiler sevgiliyi yedi. neyse ki eski sevgiliyi yediler. bi nebze kabul edilebilir bir durum. (iremmbb gülmekten yerlere yatıyorsun şu an, biliyorum.)

öyle işte ya, noluyoruz lan diye uyandım. sağdan soldan pörtleyen zombiler nerden çıktığı belli olmayan mehmet. saçma bir geceydi yani.

bi de adana'ya doğru yola çıkacağım ben bugün. hem aile saadeti yaşayayım diyorum hem de furkitoyu göreyim. bi de şey var, metrelik kebap. tunç söz verdi bana. o sadece kebap sözü vermişti ama ben onu metreliğe çevirdim. daha önceki kahve ve cheesecake'lerin acısı niyetine.

aaayyyy bi de şey var. abim kızamık olmuş. durdum durdum durdum adana'ya gitmek için abişkonun kızamık olduğu haftayı buldun. afferin benim güzel kızıma, tuu maaşallah.

bi de benim abim 86lı biliyor musunuz? (onur erbay'a sevgiler. ben bugün onunla çalışıyor olmayı çok özledim.)

Ocak 21, 2013

rakı vaa mı rakı?

hayatın her alanında mottom belirlediğim bencil yaklaşımımı din konusunda da kullanıyorum. göründüğümün aksine inançlı bir insanımdır aslında. her ne kadar mükemmel bir kul olmasam da özümde iyi bir insanımdır ben. tanrı'yla konuşurum, dua falan ederim, valla. arada şuursuz tavırlar içine girdiğim olmuyor değil tabii ki, daha önce şunda olduğu gibi.

neyse efenim, bendeniz Tanrı'nın biz insanoğullarını yaratırken (darwin, evrim, yaratılış teorisi falan, onlar uzun hikaye. şu ruh ve fiziki halimle bu tartışmaya giremeyeceğim.) çok profesyonelce davrandığını düşünüyorum. kılı kırk yararak yaratmış bizi. tek göz olmaz, çirkin olur. dur gözün üzerine kaş kondurayım. bi de kulak ekleyelim. kadında göğüsle kalçayı belirginleştirelim, erkek adama six pack ekleyelim; aaa yok ama onu herkese yapmamış, bazılarına kıyak geçmiş, Allah'ın şanslı kulu dedikleri var ya, işte onlar bu adamlar.
iç organlar olsun, kan akışı olsun, tansiyonu olsun taşikardisi olsun hepsinin işleyişi var, sebebi var, sonucu var. (tansiyon deyince de aklıma direk taşikardi gelmesi. bilinç akışında son nokta.)

ama arkadaş, bu 20 yaş dişi niye var ya? sabahtan beri araştırıyorum mantıklı bir açıklama bulabildiğimi sanmıyorum. yok pişmemiş yiyecekler, yok daha fazla dişe duyulan ihtiyaç, yok evrimleşmemiş atalar.
hiçbirisi benim şu anki ağrıyı çekmem için yeterli bir sebep değil. mevcut olan dişlerle de gayet çiğneyip öğütmeyi başarabilirdi o evrimleşmemiş atalarım. hem belki de bu şekilde ateşi daha erken bulur daha erken keşfedebilirlerdi medeniyeti. eminim ki, bu 20lik diş zırvası olmayaydı tekerleği de daha erken bulurduk biz. nasıl bir bağlantı kurup böyle düşündüm bilmiyorum ama kesin yapardık. bu ilaçlar da bende baya kafa yaptı ha.

velhasılı kelam, bu ağrıyla birlikte tekrar içime döndüm, ve Allah'ım geçsin şu ağrı diye yakarmaya başladım. (ilk cümlede bahsi geçen bencil tavır tam olarak da bu.) bir yandan da soruyorum, neden böyle bir şeye ihtiyaç duydun? bak o olmadan yaşayabiliyor insanoğlu, neden bir diş daha. 32 tanesi neyimize yetmiyor ayol?

bazen cevap verecek, bak yavrum böyle böyle diyecek diye korkmuyor değilim hani. annem duysa ay merve çarpılacaksın ne biçim konuşuyorsun derdi. babama zaten arada kendini sen bizim aileden nasıl çıktın kızım diye sorgularken buldurtuyorum.

o değil de bu diş ağrısı çok feci bir şey.

Ocak 19, 2013

bu sabah karşının aksisiyim

cumartesi sabahı 8de uyanmanın mutsuzluğu, uyuyan sevgiliyi öpüp evden çıkarken akla gelen bu şarkıyla katlanarak devleşiyor.

aa, bi de dinmeyen diş ağrısı var tabii.


Ocak 16, 2013

zıp zıp zıp

enerjim tavan.
sevgilim geliyor.
:)

ofiste de bangır bangır bunu dinliyorum, evet.
sözlere takılmayalım, müziğe odaklanalım, hoplayalım zıplayalım.


Ocak 14, 2013

pazartesi iş günü sonuna doğru tripleri

çok sıkıldım. ama öyle böyle değil. ha bire tatil planı yapıyor hepsini de plan olarak bırakıyorum.

nisanda berlin'e gidiyorum samet'in yanına, daha bilet bile almadım. hayır gidicem yani orası kesin, alsana kızım gidip biletini ucuz ucuz. yok, illa bi tarafıma kaçacak o bilet parası benim.

geçen bahar dubai'ye giderken de böyle yapmıştım. bir ay öncesinden gideceğim belliydi. ama perşembe günkü uçuşa cuma günü bilet almış, pazartesi günü de vize başvurusu yapmıştım. onur, pasaport kontrolünden geçip de uçağa biniyorum diye mesaj atana kadar inanmamıştı gelebileceğime. aslında o beni dubai'de havaalanının çıkışında görünce inanmıştı bi tek "harbiden geldin ya" diye.

nisanda berlin yolcusuyum, samet'ciğimin yanına, kısmetse. o da pek inanmıyor kanımca gelebileceğime. pragtayken de gidecektim ama. sen bi gel ben seni prag'a da götürücem burdan diyor ama bakalım, göriciiiiz.

bi de ben kadir'e söz verdim makedonya'ya gidicez diye. havaların ısınmasını bekliyoruz. makedon köylerinden bal rakısı ve ceviz rakısı alma hevesindeyim. orda plan kısmını kadir'e bırakıyorum, yavrum o her şeyi planlar. ben de ona uyarım. oldu bitti.

bi de mayısta paris'e gidiyoruz biz furkito'yla. bizim paris turu bahara kaldı, 14 şubat olsun diye çok istemişti tatlım ama kısmet değilmiş. romantizme boğulacaktık halbuki biz. belki mayısa kadar beyrut'a gideriz. o çok istiyor gitmeyi. ben o istedikten sonra her yere giderim ki. (amma da iddialı laf ettim ha.)

anaaa, gülbik'e de amsterdam sözüm vardı benim. şimdi yazarken aklıma geldi. cancan'ı askere gönderdikten sonra o yavruyu amsterdam gecelerinde coşturacaktım ben daha. yaparım yeeaaa (evet, o her zamanki yavşak yeeaaa'larımdan biri bu), gülbik'ten değerli değil ya.

ben en iyisi bırakayım işi. valla bak, ciddiyim. o kadar planım var, hangi birine izin alıcam, hangi birini yapıcam. hem 3 günlük dünya be arkadaş, bugün var yarın yokuz, çalış çalış nereye kadar.

furkan yüzünden zengin koca bulup küçük bihter olma hayallerim de suya düştü zaten. halbuki benim tek derdim bugün keki üzümlü mü yaptırsam yoksa portakallı mı yaptırsam olacaktı. (olsun olsun, ben kendi kekimi kendim yaparım. limonlu olacak, evet.)

işi bırakınca yine dönücez gelicez kürkçü dükkanına. tanrı'nın bu insan evladına doğarken yaptığı kıyağa. bana bahşetmiş olduğu doğal bankaya.

ay ben gideyim de babişkomdaki limitsiz kredimden biraz daha tırtıklayayım bari.

Ocak 13, 2013

nokta.

dün gece yeni evimde kaldım ilk kez.
ve dün gece kötü bir geceydi.

gece gece nerden çıktı şimdi bebe?

tam uyuyorum ben moduna girmiştim ki, twitter'a dadandım. dürttü bir şeyler beni. sosyal medyanın her türlüsüne karşı olasım var zaten bu gece, yarın sabaha geçer diye umuyorum. hayır, maddi kaynağım bir yerde sosyal medya, ondan. addicted olmamla hiçbir ilgisi yok.

twitter'a dadanınca bu şarkıya da dadandım. buna sabahtan beri dadanmıştım ben gerçi. sabah yürürken yağmur yağıyordu, aklıma geldi. bir bir buçuk sene önce ne çok dinlerdim. yürürken hep loop'ta olurdu. yavaş yavaş başlar, sonra hızla yürürdüm birine, bir şeye koşarcasına. yağmur vardı birinde. üzgündüm ben, çok üzgündüm o gün.

değişiyorum galiba. ben eskiden üzgün olduğum anları silerdim. sadece mutlu olanlar kalırdı benimle. daha çok gülerdim. daha çok severdim. büyümek bu mu yani, kötü anıları da biriktirmek. cık sevmedim. ay ben zaten daha büyümedim de. gofretle kandırılmak isteyen küçük bir kız çocuğuyum hala. bi de bazen kocaman ayısına sarılmaya çalışan küçük kız çocuğu oluyorum.

ama babamdan oluyor bu böyle. bi de abimden. bi de kadir'den. biraz da furkan'dan. her dediğimi yapıyorlar. bana hayır demeyi becerebilen çıkmadı aralarından. annemi saymıyorum, o numaralarımı yemiyor. ay evet tatlım, insanların bana olan sevgisini kullanıyorum. kadir bana hala ayakkabı almadı ya, yine aklıma geldi, yine hırs yaptım. adam baya inat yaptı, almicam da almicam diyor. ben evden taşınırken ayakkabı dolabını ona paketletmeyeydim iyiydi.

neyse main subjecte dönersek, ne olduğunu unuttum, bir saniye okuyayım yazdıklarımı. ben düşündüğüm gibi konuşuyor, konuştuğum gibi de yazıyorum, çok feci çoook.

bebe'nin bu şarkısını loop'a aldım yine. yahu dedim bu kadın ne diyor acaba bu şarkıda. bugüne kadar da binlerce kez dinleyip hiç merak etmemiş olmam, bravo valla bana. anacım meğerse hatun kürtaj ve sonrasındaki duyguları anlatıyormuş. çevirisine ilk baktığımda epey cüretkar gelmişti sözler ama, baya yanlış yorumlamışım meğerse.

şarkı hala güzel de, eskisi gibi değil artık. karşı cinse duyulan bir aşktı benim düşündüğüm, çoluğa çocuğa değil. kusura bakmayın, gecenin bu saatinde sosyal mesaj veremeyeceğim. hem ben zaten çocuğum çirkin olursa diye de çok korkuyorum.


bi de benim  bu saatte arayıp çok gaza geldik, 2 saat sonra uludağ'a gidiyoruz, seni de alalım diyen canım arkadaşlarım var.

bi de bi can sıkıntısı var ki, sorma gitsin. literally. (iremmbb ve serkan'a selam olsun.)

açeydin kollarını kapama beni diyeydin ya buuloog!

sevgili buulooog,

şekerim sen benim hayatmda ne çok yer kaplıyormuşsun meğerse, ne seviyormuşum ben seni öyle. sen yokken ben baya baya sıkıldım, "amaaan ya ben her zaman napıyormuşum ki internette. hem bu internet denen şey de pek bişi değilmiş haa. canım buuloog, güzel buuloog, nerdesin buuloooog" moduna girmiştim.

e o zaman ne bok yemeye kapadın beni diye soruyorsun ya şimdi sen bana, ay sen benim ne zaman mantıklı kararlar aldığımı gördün ki. ne diye soruyorsun böyle şeyler.

kendime yersiz otosansür uygulamaya başladığımı fark ettiğim için kaldırmıştım, ay onu da beceremiyordum da neyse. bi de kızgınlıktan. ama siktir ettim. koştum kollarına geri geldim. sen olmasan ben bu çoook ulvi düşüncelerimi nereye yazicam, di mi ama? (kendime istediğim gibi bi kara kaplı da bulamadım, evet.)

hem sözlük de beni yine yazarlıktan attı biliyor musun? pmsiyle başbaşa kalmak isteyen kız harbiden de pmsiyle başbaşa kaldı. çoğğkk yalnızım be buuloog. (tatlım, sen bu kısmı üzerine alınma. möcük.)

ay ayrıca ben seviyorum okunmayı ya.
okuyun okuyun. okumak candır.
bi de şimdi adwords olayına girdim ki, site trafiği şart! daha çok okuyun.

Ocak 09, 2013

note to self!

sabah uyanıp da yandaki fotoğrafta bulunan manzaraya karşı kahvemi yudumluyordum ki, kendi kendimle konuşurken buldum kendimi.
kendime terapi yaparken desem daha doğru bir tanım olabilir aslında.

niye mutsuzsun diye sordum kendime. niye devamlı yorgun hissediyorsun? fizyolojik bir yorgunluk mu yoksa psikolojik mi? devamlı uyuma isteğin sorunlardan kaçış yolu olduğu için mi? kimseyle görüşmek, kimseyle konuşmak istemiyorsun. anneni babanı bile, aramazsan merak ederler diye arıyorsun. abinle 10 gün oldu konuşmuyorsun. kadir'le en son ne zaman konuştun? ya gülbik'le? bütün teklifleri canım istemiyor diye reddedip zar zor eve atıyorsun kendini. duş ve uyku. life circle'ın bu zaten, iş+duş+uyku. (üşenmedim percentage hesabı yaptım. 37,5% iş, 12,5% trafik, 39,6% uyku, 10,4% yemek+duş+furkan)

bu aralar ne kadar az okuyorsun. okurken bile sıkılıyorsun. ama ne kadar çok yazıyorsun. yayınladığın yayınlamadığın yüzlerce yazı. sen sadece çok sıkıldığında yazarsın, arada da mutluluktan uçtuğunda. alenen görünüyor ki mutluluktan havalarda değilsin bugünlerde.

10 gün oldu ölüp bittiğin evine taşınalı daha bir kere bile gitmedin. kitapların, dvdlerin, her şeyin darmaduman. gerçi bu aralar senin hayatın darmaduman.

sonra diyorum ki kendime,

işin mi seni mutsuz eden? istifa et gitsin. hadi şimdi ara can'ı, gelmiyorum ben bundan sonra da gelmicem de. daha önce yaptın sen bunu, pişman oldun mu? yoo, ne alakası var. hayatında verdiğin en mantıklı kararlardan biriydi, ki sen bunu pek yapmazsın. yine yap, seni tutan ne? 3 gün içinde yeni bir iş bulursun, bunu da 3 günde bulmamış mıydın zaten?

ailen mi yoruyor seni? aileni bırakma, ne olursa olsun sadece onlar var ve hep var olacaklar senin yanında. onlar bir şey diyorlarsa doğrudur. kabullen. azıcık da onların dediğini yap. kızım 25 yaşına geldin, 25 yıldır yüzbinlerce kez inatlaştın, bir keresinde sen haklı çıkabildin mi? ilaç niyetine. yooo. e o zaman, senin savaşın neyle kimle. otur, ana baba sözü dinle.

arkadaşların mı huzursuz ediyorlar? huzursuzluk verenleri ignore et, "taze bitti, kapadık dükkanı" tavrını takın. telefon ettiklerinde açma, mesajlarına cevap verme, görüşme konuşma. çok da zor değil.

bu aralar zor olan çok şey yaşadın, evet. e sendekiler de sinir be yavrucum, lastik değil ki. eğilsin bükülsün geri eski halini alsın.
işini değiştirdin, evini değiştirdin, arman hoca'nı kaybettin, anneni babanı abişkonu özledin, daha önce hiç yapmadığın bir şeyi yaptın yepyeni, kocaman bir insanı hayatına bu denli dahil ettin. sen, hayatını bambaşka bir surete büründürdün. bağırdın, çağırdın, ağladın, yıprandın, üzüldün, yorgun düştün.
şimdi toparlamaya çalışırken mutsuz edenleri hayatından çıkaracaksın. yukarıda yazanları yapacaksın. ama tüm bunları yapmadan önce, telefonunu al eline, period tracker'ı aç, bir bak bakayım pms döneminde olabilir misin acaba?
cevap öyleyse, ki 99% öyledir, merve kızım bi git çikolata ye, ara cafe'de meksika usulü sıcak çikolata iç, inci'den 1,5 kilo profiterol al derdim ama o artık olmaz, ay en olmadı tüm acılara deva 1,5 acılı adana söyle. kendini serotonin'e boğ bi zahmet.
bi de fondaki müziği değiştir lütfen.

şimdi de oturduğun yerden kalk mervecim, o elindeki kahveyi de bırak buz gibi oldu zaten, hazırlan ve işe git. evet canım, bence de corporate life sucks!


öyle işte, ben bu sabah kendimi böyle buldum.

Ocak 08, 2013

hep kardan kıştan, biliyor musun?

iki yıl aradan sonra ugg'lar dışında bir çizmeyle buluşan ayaklarım isyanlarda. "git allah aşkına lacostelarını giy, tigerlarını giy, en olmadı o stilettolarını giy ama çıkar şunları" diyorlar bana.

bu kar çizmesi denen şey acaip bir şey. ben hayatta almazdım da babişkom alıp gönderdi, kar kış da bastırınca canım şehrime giyeyim dedim.
bi kere ayaklarım buz gibi, baya baya üşüyorlar. halbuki en kalın çoraplarımı giymiştim. hava alıyormuş, koku yapmıyormuş, su geçirmiyormuş; bu soğukta hava almasa da olabilirmiş aslında. zira aldığı hava buzzz gibi.
ve bu botlar çok net kayıyorlar. dün sabah lacoste'larımla mis gibi yürüyebilmişken (ay evet düştüm ama o benim şapşalaklığımdandı), ofise gelip de çizmelerimi giyince (çizmelerim babam kargoyla yolladığından beri ofiste, kar yağarsa giyerim diye eve götürmüyordum) o andan beri buzda dans kafasındayım. uçuyorum, kaçıyorum, kayıyorum. popomun sol tarafı ve sol avuç içim çok ağrıyor.

halbuki ugg'larım ne güzellerdi, sıcacıklardı, yumuşacıklardı, kayıyorsa evet onlar da kayıyorlardı ama olsun güzellerdi, canımlardı. geçen bahar "amaan kış bitti artık, evde koyacak yer de yok" deyip atmayaydım onları iyiydi.

ayaklarım bas bas bağırıyorlar, git yine al onlardan diye. hatta bu sefer ugg değil fitflop al diyorlar. ne var canım 600 liraysa bir ayakkabı, sanki sen değildin ugglarda hangi renk alacağına karar veremeyip ikisini birden alan salak, diyorlar. sen en iyisi işten çıkınca bir citys'e uğra diyorlar. hem indirimde vardır şimdi diyorlar.
ya da aslında bunları söyleyenler ayaklarım değil de içimdeki alışveriş canavarları.
evet çoğullar, bir değil birden çok çok daha fazlalar. öyle olmak zorundalar. yoksa kredi kartı ekstrelerime başka nasıl açıklama bulurdum.

Ocak 03, 2013

kiss the bride!

teoman, bebeğim evlenmişin ya sen. niye yaptın ki sen şimdi böyle bir şeyi? hani evliliğe inanmıyorduk biz.

bu sabah teoman'ın evlendiğini öğrenince, ya evet geç kalmışım bu konuda adam evleneli nerdeyse yıl olacakmış, toplumdaki monogami baskısına olan inancım katlanarak büyüdü. resmen korkuyorum.

ben ki evlilik korkusu olan bir insan değilimdir. benim korkum aynı adamla bir ömür geçirmek. 1 gün değil, 1 ay değil, 1 yıl değil yahu koskoca 1 ömür. yaşa yaşa bitmez, ki benim dünyaya kazık çakmakla ilgili planlarımı da devreye sokarsak; abooooo!! (adanalı kimliğim tavrını koydu bu noktada.)

bundan 8 ay önce, abi denizde bu kadar balık varken ben niye hep levrek yiyorum, arada başka türleri de denemek lazım, diye düşünüyor ve bu düşüncemi kanımın son damlasına kadar savunuyordum ben. sonra düzenli ilişkiye başladım, düzenli dediysem bana göre düzenli. yoksa bir uçuyoruz, bir kaçıyoruz; düzen bizde hak getire.

evlilik teklifine evet demek nikah masasında evet demek arasında geçen süre çok keyifli bir süre bence. ev hazırlıkları, düğün hazırlıkları, balayı planları, bekarlığa veda partileri (evet tek bir parti değil, birkaç parti. bu konuda arkadaşlarıma güveniyorum zira. bir sarıdal bir de bilgin var ki bende, yeri göğü sallarlar, çok net! tekne istiyorum, kiss the bride istiyorum, tekneye giden yolda biscolata erkekleri istiyorum, evet evet evet.), hamam sefaları, gelinlik provaları, dıdıddıdıdıdıdııdı......

ay napayım seviyorum böyle incik cincik şeylerle uğraşmayı. organizasyonlar, davetiyeler, listeler, çiçekler böcekler. kendime çok yanlış bir career path çizdim galiba, çizmeye de devam ediyorum. hadi hayırlısı.

bunları düşünüp olabilir aslında ya derken, şey geliyor aklıma; her sabah aynı şey, her akşam aynı şey, haftaiçi aynı haftasonu aynı. aileler, çoluk çocuk, akrabalar, sorumluluklar... uuuuffff... hayatta olmaz.

yok olmaz diyorum, bu sefer de aklıma her sabah sevdiğin adamla uyanacaksın her akşam onun kollarında uyuyacaksın. beraber bir eviniz olacak, bir aile olacaksınız. çocuklarınız olacak, önce bir oğlunuz sonra bir de kızınız. (tabii, anlaştım ben yukardakiyle, siparişi böyle verdim. sağolsun kırmadı beni. hay allahım ya, annem duysa şu söylediklerimi kızım çarpılacaksın düzgün konuş derdi.)

çocuklarımın ismi bile hazır benim. oğlum Demir, kızım da Nefes. ama tabii bu noktada soyad da önemli, abudik gubudik bir şey olursa güzelim isimlere yazık. evlenirken en önemli kriterlerimden biri de bu. Demir ve Nefes'le uyumlu olmalı. ben düşündüm benim soyadımla olmuyor (sperm bankası opsiyonunu da dahil ettim de hayatıma. öyle bir durumda babam kalpten gidebilir, yazık günah adamcağıza yapmayayım ben öyle şey, yapmayayım.)

demir çok güçlü bir isim bence. kumral, renkli gözlü, uzun boylu bir çocuk olursa bi de oh tadından yenmez valla oğlum. nefes de öyle. ama nefes tehlikeli bir isim. şirin sevimli bir kız olmaz nefes ismine. albenisi olmalı, dikkatleri üzerine çekmeli, sanatla ilgilenmeli, balerin olmalı ya da çellist (çoook seksi bir meslek be), çok güzel bakmalı, aslan kadını olmalı.

ay amaaan, bu aralar saçma saçma şeyler düşünüyorum. nerelerden nerelere geliyorum. teomanın evlenmesi beni niye bu kadar etkilediyse. sanki adamla evlenme hayallerim vardı da suya düştü. hiç tipim değil ki adam. bi de aslında etkilenmedim de canım saçma saçma yazmak istedi. başladım, devam ettim, şimdi de sıkıldım bitirdim. çok da anlamsız, saçma salak bir yazı oldu.

allah mutlu mesut etsin bari. böyle bağlayayım.



bu da bizim ayçin'e hazırladığımız aycinsbridetobeparty'den oyuncaklar... sadece küçüçük bir kısmı. :)

Ocak 02, 2013

manyak çekmek diye bir şey var? duydunuz mu?

abi bi kere de normali bulsun beni diyorum ya ben hep, yok arkadaş bulmuyor. olmuyor. manyakçeker bir insan mıyım nedir, anlamadım ki.
bütün manyaklar itina ile beni buluyor derken bu sabah hasta herifin teki beni levent'te yolun ortasında pıstırınca anladım ki, bütün manyaklar beni bulmuyor. bazı manyaklar dönüp dolaşıp hep beni buluyor.

bu adam, ismini bilmem cismini de bu sabahtan sonra hatırlarım diye tahmin ediyorum, 6 ayda bir beni bir şekilde yakalayıp muhabbet açıyor. replik de hep aynı; boğaziçi'de okuyorsun di mi? işletmedesin? ben de finansta master yapıyorum. okulda görüyorum hep, tanıdık geliyorsun. adın merve'ydi di mi? kahve içelim mi?
bir dedi, hayır dedim. 6-7 ay sonra yine geldi yine aynı şeyi söyledi yine hayır dedim. bu şekilde 3-4 kere yaşadık bu olayı. 
1 senedir falan yoktu ortalıklarda. bu sabah levent'te yakaladı beni. önce tanımadım, merhaba diye girince muhabbete yol falan soracak sandım. ama yukarıda yazdığım replikleri söylemeye başlayınca dank etti bana; hay allah gene bu manyak! ben sizi tanımıyorum iyi günler deyip hızlıca sıvıştım. metroya kadar dibimden dibimden geldi adam ya.
hayır ben o kahveyi onun boğazına dizicem haberi yok onun. bi siktir git be adam. başka kadın mı kalmadı kainatta.

bi başka manyak da gecenin bir köründe evlen benle diye tutturmuştu. telefon numaramı bulmuş, arayıp mesaj atıp dururdu. bi de küserdi cevap vermeyince. sonra kıyamayıp bana geri barışırdı. evimi bildiğini öğrenince epey bir süre akşamları hep birileri bırakmıştı beni eve. bak şimdi hatırladım samet ha bire hayranları tarafından öldürülen ünlülerin hikayelerini anlatırdı. arkadaşlarım da normal değil ki anacım benim.

bi de şey var, bi partide gördükten sonra; ki allah kahretsin o partiyi ne rezil bir geceydi, bak yine hatırladım yine kötü oldum; bana ulaşmak için fake facebook hesap alıp 35 mesaj atan biri var. egodan da kaybetmek istemiyor abi, belli mi olur belki cevap vermem falan. ben de az pislik değilim ama ya, çocuğun kim olduğunu öğrenmek için mesajlarına cevap vermiştim, kim olduğunu öğrendikten sonra da bırakmıştım cevap yazmayı. o da tutturmuştu kahve içmek için. ne geliyorsa bu kahve tutkumdan geliyor zaten benim başıma. ama bu çocuğa dair hatırladığım en komik şey, yazık bütün gece dikkatimi çekmek için etrafımda dolaşmış abuk sabuk dans etmiş durmuş, renkli bir tişört giyip salak gözlüklerden takmış, bizim masaya içkisini bırakmış, alırken benim kadehime çarpmış falan filan, ama ben hepsini silmişim. ay hiç hatırlamıyorum, hiç dikkatimi çekmemişsin demek ki demiştim de çok üzülmüştü.

bir de, facebooktan "slm nbr" diye mesaj atanlar var ki, özgüvenlerine hayranım.

bir de, ben şu an bu yazıyı yazarken kulaklıktan yalın'ın sesi yükseliyor. baya baya eşlik ederek dinliyorum şarkıları. anaaaeeem, resmen liseli ergen oldum. (buraya ot, bok! diyerek bitirmek isterdim yazıyı, ama öyle deyince furkan kızıyor bana. o sebepten diyemiyorum. ama siz zaten anladınız onu.)