Eylül 26, 2011

ben hiç yağmur altında öpüşmedim, biliyor musun? dans da etmedim.

“Bu iş çok zor yonca
İnsanlar aylar yıllar boyunca.......”
Bu şarkıyı söyleyerek uyandım. Kulağımda bülentciğimin sesi, dilimde sözlerini tam bilmediğim bu şarkı. Evet evet, psikolojim pek de sağlıklı değil.

E aslında ona da pek yüklenmemek lazım, çektiklerini kim çekse böyle olurdu, kolay dert değil ki başındaki. psikolojimden bahsediyorum. Zor durumda. İçinde bulunduğu beden bir parça işsiz de.

Resmi kayıtlara “işsiz” olarak geçmeme daha epeeeeey vakit olsa da, bendeniz kendi kişisel tarihimin en uzun boş boş oturma dönemini yaşıyorum. 3 haftadır işsizim, hatta bu sabah 4. haftaya başladım. devamlı bir yerlere başvuru yapıyorum. arayanları beğenmiyorum, aramayanlara uyuz oluyorum. hayır diyeceğimi bile bile iş görüşmelerine gidiyorum. "beni beğeneni ben beğenmem benim beğendiğim beni beğenmez yoksa ben angut muyum haa" modunda ismail yk kafasında takılıyorum.

İşin kötü tarafı bu duruma alışıyor olmak. Dillendirmesem de günlük bir planım var aslında. 9-10 gibi uyanıp, bir fincan kahve alıp facebook, twitter, gmail kontrollerinden –evet, en son gmailimi kontrol ediyorum, işle ilgili beklentilerimi o kadar azalttım- sonra televizyonu açıp puzzle masamın başına geçiyorum. Müge anlı eşliğinde 3000 parçalık van gogh birleştiriyorum. Şu günler benim müge anlı’yı anladığım günlerdir. Kadına hak verdim ay, gayet mantıklı konuşuyormuş meğer kendisi. Müge’nin ardından aşk-ı memnu tekrarına geçiyorum. Behlüldü bihterdi safsalak adnandı derken kendimi kaptırıyorum gidiyor. Primetime’a geçene kadar arada kalan boşluklara biraz magazin programı, biraz evlilik programı, biraz doktorlar, biraz da arka sokaklar serpiştiriyorum. Primetime zaten dolu. Her güne 1 hatta 2 dizi. Favorim tabii ki, kuzey güney, aslında kuzey. Kıvanç yavrum naaptın sen öyle kendine. İnsan evladı mısın sen. Hem biliyor musun ben de adanalı sayılırım. Hemşehriyiz yani, bence tanışalım, severiz biz birbirimizi, gerçekten. Bir de hani reklamda diyorsun ya; “çok mu çok yakışıyoruz birbirimize” diye, e be çocuğum senin yanında durup da yakışmadığın şey mi var.


Sol ayağımın üst kısmı ağrıyor şikayetiyle gittiğim sevgili doktorum, canım kuzenim ayağımdaki converseleri görünce “şu orijinal ayakkabılarını çıkarıp, onların yerlerine hafif topuklu, zarif, şık, narin kadın ayakkabılarından giysen, azıcık kadın olsan hiç bir problem kalmayacak aslında ama nerdeee” dedi. Halbuki ben “ayağın ağrıyor bir de topuklu ayakkabı mı giyiyorsun” der diye converselerle gitmiştim. Ayrıca ben converselerle de gayet kadın oluyorum. Hıh. yumuşak dokuyu zedelemişim. Ağrıyor. Evde oturmam, dinlenmem, üzerine pek basmamam gerekiyormuş. O günden beri ayağımda bir karış topuklularla fink atıyorum, günlerdir evde oturan ben 4-5 gündür pek bir kıpır kıpırım.


Sonbahar da geldi. Çok da iyi oldu, çok da güzel oldu. Benim en sevdiğim mevsimdir. Gerçi bu sene her mevsimde olduğu gibi gelsem mi gelmesem mi diye kendisinde de bir kararsızlık var ama, bakalım. Gelsin şakır şakır yağmur yağsın sokaklarda koşturan insanlar olsun, ben bazen onları izleyen olayım bazen de onlardan biri. Ya aslında, evet itiraf ediyorum, benim sonbaharı sevme sebebim başkadır. Onun hep en romantik mevsim olduğunu düşünmüşümdür. Ya da filmler sayesinde böyle düşündürülmüşümdür. Hani nerdeyse bütün aşk filmlerinde esas oğlanla esas kız kavga ederken yağmur başlar, ıslanırlar, kız arkasını dönüp giderken oğlan onu tutup çeker ve öper ya, işte o sahnedir bana yağmuru sevdiren. bardak boşalırcasına yağan yağmura aldırmadan tutkuyla dans edenler vardır bir de. 


YakalaveÇek üzerinden panasonic bir kez daha photo shooting day with mehmet turgut yaptı. Hemen başvurdum tabii. Hemen derken son gün son saat. Dün akşam gönderdim başvuru şeysini. Bari çok dalga geçmeseler gönderdiğim fotoğraflarla. O fotoğrafları ben seçmedim, zevkine güvendiğimi düşündüğüm arkadaşlarım çekti. gerçi kendilerini "ay adam gibi bir fotoğrafımı çekseniz, mehmet'e yollayacağım!" diye fazlasıyla darlamış olmamdan kaynaklı "aaa bak bu çok güzel oldu bunu gönder bunu" demiş olma ihtimalleri de epeyce yüksek. Şimdi düşünüyorum da ben olsaydım o ekibin yerinde gelen fotoğraflara epey güler, epey geyik yapardım. İnsanlar çok güzel çıktıklarını düşündükleri, çok başarılı olduğuna inandıkları fotoğrafları yolluyorlar, ama hiç biri bir halta yaramaz aslında. Ben mi fesatım yoksa içinde bulunduğum durum mu bu bilemedim ama, mehmetim turgutum çok gülme allasen fotoğraflarıma. Suflesiyle şarabıyla kalp kalp kalp pozu vermiş olan kız benim, evet o benim.  O sufle benim sonradan anamı ağlattı ama o bir sonraki paragrafın konusu. Kısacası beni seç, beni seç, beni seç, başkasını seçme beni seç!!!!!!


Sufle demişken, ben bu bebek kırıntı'yı ne yapsam nerelere şikayet etsem bilemiyorum artık. İlk falsoları bayat profiterol servis etmeleri ve benim onları uyarmam karşısında takındıkları saygısız tavırdı. İkincisi eşek yüküyle para ödediğimiz pizzalardan benim ve bir arkadaşımın zehirlenmesiydi. yağan yağmurun altında inatla masamızı değiştirmeyip ıslanmamızı beklemelerini saymıyorum bile. Son vakaları da cuma günü yediğim çikolatalı suflenin o gece benim anamı ağlatmış olması. Pizza olayından sonra yemeği başka bir yerde yiyip gittim kırıntı'ya. Hiç gidesim yoktu ama canım arkadaşımın goodbye meetingiydi, kıramadım. renin'e bir değil birkaç zehirlenme feda olsun dedim. hiç bir şey yememe, sadece bir kadeh şarap içme konusunda kararlıydım ki, çikolatalı sufleyi görünce kendimi durduramadım. n'apayım hassas noktam, dayanamıyorum. ama ben o sufleyi 5 dakikada getirdiklerinde anlamalıydım zaten bir bokluk olduğunu. sufle dediğin şey minimum 14 dakikada pişen şey. cıvık cıvık, vıcık vıcık bir şeydi, yine de yedim. gerçi bitiremedim, ben hayatımda ilk defa bir sufleyi bitiremedim, görülmüş şey değil. sonra beni yedi bitirdi ama. mide bulantısı, baş dönmesi, kusma isteği, bulanık görme, nerdeyse düşüp bayılma. bütün gece bu haldeydim. gitmeyin arkadaşım bebek kırıntıya, gitmeyin, gitmeyin, gitmeyin. paranızla rezil olmak istemiyorsanız bebek kırıntıya gitmeyin!!!!!!!!


söz yemekten açılmışken, canım okulumun karşısına meşhur tavacı recep usta açıldı. evimle arası 300 metre falan. kilomla ilgili çok fazla problemim yok ama, yine de devamlı evde oturduğum şu günlerde kendimi salmayayım diyorum. şimdilik recep ustaya uzaktan bakıyorum. ne kadar dayanırım bilemiyorum. içimden bir ses devamlı "yaşasın yemek yemek" diye bağırıyor.


ne zamandır yazayım diyordum da çok zor geliyordu be blog. hepsini böyle toptan yazdım. her paragraf ayrı bir telden çalıyor ama olsun, maksat yazmak.