Mart 31, 2011

ben de kaybedenler kulubüne üye olmak istiyorum!

geçen gün bilinç akışı yaparken bu konuya da uğramıştım ama bir daha yazayım. canım istedi.

kaybedenler kulubünü izledim geçen haftasonu. filmden çıkınca insanın kafasında bir "köfte mi yesek?" sorusu yankılanıyor.  (tamam, kabul ediyorum, başka şeyler de yankılanıyor.) biz taksimde fellik fellik köfteci aradık. anasını satayım hiç düzgün köfteci bilmiyormuşuz taksimde bunu fark ettik, taksimdeki her haltı biliriz ama o yok. tavsiyesi olanlar bi zahmet mesaj atıverse ne makbule geçer ha. 

neyse efenim, film bir insan evladına epey süre yetecek kadar espri kazandırıyor. oyunculuklar iyi, müzikler de on numara. ben zaten yiğit'e özgür kız reklamlarından beri hastayımdır, yeri ayrıdır onun. sırf o var diye bile izlenebilir bazı yapıtlar. bkz. dudaktan kalbe, evet bunu yaptım, o diziyi bile izledim. ama düzenli takip etmedim, valla bak. orda da favorim yiğitti, nitekim finalde mutlu oldu. 

ben yine dağıttım konuyu ama, hemen toplayayım. ve hatta bitireyim. abicim siz gidin izleyin bu filmi. gülün eğlenin.

p.s.1. "spoiler benzeri bir şey içerebilir"
ben olsam beşiktaştaki beşiktaş iskelesine giderdim.

p.s.2. bu da filmdeki en güzel şarkılardan birisidir. bu kıyağımı da unutmayın.

Mart 30, 2011

write-uplar beni bekler, ben de yumurtanın kapıya dayanmasını

ilkokulda ortaokulda falan olayım istiyorum. sonra da şu andaç yazılarına dayayayım en klişe cümleleri. olsun bitsin istiyorum.

bana kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim.
sepet sepet yumurta, sakın beni unutma.

ama olmuyor anacım. ne böyle salak şeyler yazmak benim içime siniyor, ne de arkadaşlarım bu yazıları istiyor. artık en başta söylüyoruz nasıl yazılar istediğimizi. öyle de bir yüzsüzüz yani.

bir türlü oturup yazamıyorum, çok zor ya falan diye şikayet edicek olunca da "ooo sen de yazamıyorsan, biz napalım" diyorlar. anasını satayım bi blogumuz var diye ne bu şiddet bu celal. gören de edebiyat parçalıyorum sanacak. aklıma eseni yazdığım uyduruk bir yer. benim için word dosyasının bir level üstü. ayrıca epi topu 20 tanecik okurum var. onlar da okuyor mu pek emin değilim ya neyse.

öyle işte efenim, bir garip sıkıntı içerisindeyim. düşünüyorum düşünüyorum bi halt bulamıyorum yazacak. kesin son güne kalacak bu da. bir can havliyle oturup yazıcam hepsini. zaten yıllık komitesindeki arkadaşımdan da aldım tüyoyu, ertelenir bu deadline daha. 

anlayacağınız öğrencilik hali bu işe de hakim. yumurta kapıyı çalmadan olmuyor bu işler. rahatım azıcık, napayım. zaten ekşiden de uçurmuşlar beni, sinirliyim. aklıma geldikçe uyuz oluyorum. bak yine geldi yine oldum. öööfff... 

neyse bari gideyim de bir bölüm daha kanıt izleyeyim, denizciğimi göreyim. sinirlerim yatışsın. canım benim yaa. (sevindirik smiley hayal ediverin burda.)

Mart 29, 2011

açık mektup yazdım

sevgili böbrek taşım,

çok eğlenceli geçen bir cumartesi günü ve ondan da çok güldüğümüz cumartesiyi pazara bağlayan gecenin sabahında buldun beni. hafif bir sancıyla girdin bedenime. hatta ben seni önce gaz sancısı sandım. biraz da mide bulantısı yaptın. ama yine de dayanabiliyordum sana. tuvalete gideyim bir, rahatlarım belki diye geçirdim içimden. ama yanılmışım. tam tersi oldu. dayanılamayacak seviyeye gelen sancı belimi büktü. iki büklüm yerde kaldım. dizlerimin üzerine çöktüm, ağlaya ağlaya yardım istedim arkadaşlarımdan.

apar topar hastaneye gittik. acil müdahale ettiler. yapılan iğneden sonra biraz rahatlamıştım. gerçi bu arada bütün hastaneyi ayağa kaldırmıştım çığlıklarımla. insanlar bana acımışlardı, senin yüzünden. sana kızgındım. her ne kadar o sıralar varlığından habersiz olsam da.

yapılan tahliller ve testler sonucunda böbrek taşı ya da böbrek iltihabı olabileceğini, yarın gelip ayrıntılı tetkiklerden geçmem gerektiğini söyledi gıccık ötesi doktorum. tabii ki ona gitmedim. doktor olan kuzenlerimden ve abimden bir kez daha faydalanarak günler sürecek tetkikleri 1-2 saat içinde yaptırdım. Sonuç, sendin! Nur topu gibi bir böbrek taşım vardı. Sen vardın.

Küçücük bir şeydin. Sana sempatiyle yaklaşmaya çalıştım. Bir kaç santimlik bana bir kaç milimlik taş canıııım, diye olabildiğince sevimli hale bile getirdim seni. Ben kendi çapımda şirinlik çalışmaları yaparken sen beni sallamadın bile. İçinde bulunduğun bedenin benim bedenim olduğunu unuttun. Gününü gün ettin, keyfini sürdün. Beni hiçe saydın. Çektiğim acılar, döktüğüm gözyaşları umrunda bile olmadı.

Bana başka şans bırakmadın. Ben de seninle savaşmaya başladım. Günde 7 tane ağrı kesici almak zorunda kaldım. Bazen yetmedi, yapılabilecek en ağır iğneleri yaptırdım. Termoforlara sarılıp uyudum. Saatlerce yürüyüş yaptım. Litrelerce su içtim. Her cephede savaştım, kanımın son damlasına kadar savaştım. Seninle birlikte olmayacaktı, bedenimdeki varlığın devam etmeyecekti.

Bu savaş 3 hafta kadar sürdü. Böbrekten üretere düştü, üreterden idrar kanallarına düştü diye adım adım takip ederken seni; ağrılar kesildi. Hafifçe kendini hissettiren sancılar sonlandı. Son yapılan tahlillerde, ultrason görüntülerinde de hiç belirtin yoktu. Gitmiştin, beni bırakıp gitmiştin. Ve ben ilk kez terk edildiğim için mutluydum.

Mutlu hayatıma hızlı bir dönüş yapmıştım. Su tüketimimi azaltmadıkça, kendimi çok yormadıkça herhangi bir problemim yoktu. Artık benim için sabahlar olmasındı. Zevki sefa içerisindeydim. Ta ki iki gün öncesine kadar.

Şimdi sevgili böbrek taşım, aradan nerdeyse 3 hafta geçmişken neden tekrar kendini hatırlatıyorsun? Acaba hala içimde bir yerlerde misin?  Ben sanki "hala burdayım" diyormuşsun gibi hissediyorum. Gel-git sancılarım var. Hoş değil inan bana, hiç hoş değil. Hele de havalar günlük güneşlik giderken, ben bebek, emirgan, moda turları yapmaya yeni yeni başlıyorken. Yapma, gelme geri. Defol git. İstenmiyorsun arkadaşım burda. Azıcık gururlu ol, istenmediğin yere gelme. Var olabilme ihtimalin bile beni yeterince irite ediyor, bir de gerçek olma.

Lütfen.

Mart 27, 2011

bilinç akışı yaptım, umutu başıma koydum, duma duma dum.

ne zamandır yazmıyordum. yarın midtermüm var. ders çalışmamak için yapsam yapsam ne yapsam diye düşünürken bloga yazmak aklıma geldi. çok yazma isteği içinde değilim sanki. yasaklıyız ya, okunamıyoruz ya; ondandır herhalde.

bu aralar hep bir telaş içerisindeyim. yetişmeye, yetmeye çalışıyorum ama devamlı bir yerlere gecikiyorum. hoş olmuyor.

mezun oluyorum. bir nevi aşk yaşadığım üniversite hayatım bitiyor. 3 ay sonra artık öğrenci olmayacak olmak fena halde koyuyor. rahattım halbuki ben böyle, baba parası yemek en güzeliydi. öğrencisin, okuyorsun kimse karışmıyor, ilim yolundasın bir yerde. bir şey deseler "okuyoom abi ben" diyordum oluyor bitiyordu. son öğrencilik günlerimin keyfini sürüyorum.
yıllık hazırlığındayız bir taraftan da. kepli fotoğraflar çektirdik. yazılar yazılacak, düzenlenilecek, basıma verilecek. oooo çok işim var o konuda.
bir de iş mevzu var ki yakınından bile geçmiyorum. kendi işim olsun istiyorum, sonra sıkılıyorum kim uğraşıcak onla ya diyorum. corporate life, adı bile geriyor beni. o yüzden, her seferinde son bir kez daha ignore ediyorum bu konuyu. kısmet ne de olsa.

ne zamandır alayım diyordum, sonunda başardım. fotoğraf makinası aldım. canon eos 500d. yeni sevgilim kendisi. pek bir sevişiyoruz. devamlı beraberiz. azıcık vapur kıçı artisti olma yolunda ilerliyor gibi olsam da arkadaşlarım engelliyorlar. aynada kendimi çekiğim, ya da yeni sevgilimle fotoğraf çekerken başka birinin beni çektiği fotoğrafları facebook profil picture yapmam yasak. sümüklü çocuk, seyyar satıcı, uçan martılar gibi konseptler de yapamıyorum. klişelerden uzak tutuluyorum zorla. portre ağırlıklı çalıştırılıyorum, devamlı kendi fotoğraflarını çektiriyorlar. gerçi mutluyum, bir de onları profil pic yapıp da like aldılar mı kendi resmim like edilmişçesine seviniyorum. evet, manyak oldum.

ne zamandır uğraştığım bir böbrek taşı sorunum vardı. geçti sanıyordum. acaba geçmedi mi dedirten hafif gelgit sancılar yaşıyorum 3-4 gündür. can sıkıcı.

"aşık değilim olabilirim olabilirim"
"ben her bahar aşık olurum" gibi nağmelerle dolaşıyor olsamda aşk denen meretin a'sı bile geçmiyor hayatımdan. o değil, mezuniyet balosuna yalnız gitmek zorunda kalıcam, benim için de etrafımdakiler için de hoş olmayacak.

bir de ben aşık olmadığım zaman kendimi çok boş hissediyorum. ne düşünsem ki şimdi yaa diye kalıyorum. şarkılarda duygulanamıyorum, gerçi aşıkken de pek duygulanmazdım ya neyse. heycanlanamıyorum. pırpır uçuşamıyorum. hayat sıkıcı oluyor.

aşk demişken, gerçeği yok ama platonik bir aşkım var, her zaman olduğu gibi. deniz! deniz celiloğlu! nasıl şirin bir adam, nasıl tatlı. hafiften de tombik ya böyle içim gidiyor. sırf o var diye kanıt dizisinin bütün bölümlerini izledim. sırf adam yakışıklı diye gecenin bir köründe yatmadan önce kanıt izliyorum. seri katil falan yakalıyorum. sonra da o uykudan hayır bekliyorum. ya sorgulanıyorum ya sorguluyorum, her durumda sorgudayım yani. kusursuz cinayet yoktur, mutlaka arkasında bir iz bırakır diye uyanıyorum. şimdi allah için ben zaten sevil atasoy'a hastayımdır, hürriyetteki yazılarını da okurdum. bu dizi güzel olmuş güzel.

havalar da pek bir dengesiz. 3 gün bahar, 3 gün kış, sonra yine bahar diye ilerliyor. havalar 3 gündür güzel ya benim yarın sınavım var. çalışmam lazım. gerçi birazdan başlicam çalışmaya. ama yine de çalışıcak olmanın verdiği bir huzursuzluk vardı üzerimde pek çıkmadım evden dışarı. yarın sınav bitiyor, 1 hafta boşum, ama meteorojiye göre yine yağışlı.

dün de kaybedenler kulübüne gittim. nasıl güzeldi, nasıl eğlenceliydi film. bayıldım. hemen imdb'de çaktım 9 puanı. ay nolur sinema eleştirmenleri gibi teknik yorumlar, eksiklikler falan filan yapmayın hemen, ben eğlendim mi güldüm mü beğendim mi, evet, öyleyse o film haketmiştir 9u. o kadar. şimdi naber diyene standart diyorum, her boka da ya kim bu erol egemen diyorum. güzeliz, hoşuz.

her boka deyince, bir de buna alıştım. her şeye tepki olarak "bok" diyorum. kahveyi döküyorum bok, telefonun şarjı bitiyor bok. ne güzel bırakmıştım ben böyle abuk tepkileri, yine başladım. ööff. bok!

böyle de garip, gereksiz bir yazı oldu bu. niye yazdıysam. pııuurrff...

Mart 02, 2011

DOKUNMA!


BİLDİRİ
Bir ülkenin internet deneyimi ve tarihinin sansürlerle anılması çok trajikomik bir durumdur. İnternetin özü olan birey haklarının ve bireysel özgürlüklerin kısıtlanması, sosyal medya dünyasının özüne tamamen aykırıdır.
Bizler; Türkiye’nin dört bir yanından profesyonel veya amatör olarak blog tutanlar, internette günlük yaşantılarını ve birikimlerini ve deneyimlerini diğer insanlarla paylaşma hevesiyle tutuşan herkes, gelişmeleri endişe içinde izlemekteyiz.
5846’nci no’lu kanunun esnekliğinden mütevellit, 1 Mart 2011 günü, Google’a ait olan ücretsiz blog servisi Blogspot, Digiturk grubunun açmış olduğu dava sebebiyle erişime kapatılmıştır. Süper Toto Süper Lig’in yayın haklarının sahibi olan Digiturk bu davada, korsan olarak LigTV yayını yapan kişilere karşı kendi haklarını savunmak amacıyla hukuki süreç başlatmıştır. Ancak ilgili kanun gereği yasaklamaların, sitelerin adresleri ve alt-domainleri üzerinden değil; IP adresleri üzerinden yapılması sebebiyle Blogspot’a ait birçok ilişkili IP aralığı erişime kapatılmıştır. Böylelikle de binlerce blogger’ın kişisel sitesi sansür kurbanı olmuştur. Bazı bloglara bazı anlarda girilmesinin sebebi ise aynı IP üzerinde birçok blogun yer alması ve aslında her IP’nin yasaklanmamış olmasıdır.
İlgili kanunun esnekliğini ve nelere yol açtığını geçmişte birçok kez görmüşken, devlet sansüründen dolayı binlerce site yasaklanıyorken, Digiturk ve Google’dan daha duyarlı davranmalarını beklemek tüm blogger’ların hakkıdır. YouTube’daki korsan maç yayınlarını kaldırmak için yapılan özel yetki anlaşmasının bir benzerinin de Blogspot için yapılması ihtimal dışı değildir. Bugüne dek Digiturk ve Google bu konuda masaya niçin oturmamışlardır? Google kendi kullanıcılarının hakkını neden savunmamaktadır? Digiturk böyle bir topyekün sansürün yaşanacağını bile bile neden hâlâ, tek amaçları düşüncelerini diğer insanlarla paylaşmak olan bloggerları mağdur etmektedir? Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin yasa koyucuları, vatandaşlarının ifade özgürlüğü hakkının gasp edilmesine neden hâlâ göz yummaktadır?
Kaldı ki bu korsan yayınları yapan kişiler, teknik bilgileri yüksek olduğundan bu yasaktan etkilenmemektedir. Tam tersine bu sansür, tek amacı blog tutmak olan internet kullanıcılarını etkilemektedir.
Digiturk, Google ve Türkiye Cumhuriyeti devletini artık bu sansür ayıbına karşı duyarlı olmaya, tüm sansür karşıtı internet kullanıcılarını bu harekete katılmaya ve tüm basın mensuplarını ifade özgürlüğüne destek vermeye davet ediyoruz.
Tüm Blogger’lar adına,
Bloguma Dokunma