Ağustos 31, 2010

bir sonbahar casusu

sopsoğuk bir kıştım ben, evet, somsoğuk bir kıştım
bir sonbahar casusu gibi girdin dudaklarımın arasındaki anlama!
yaz oldum sana bütün soğukluğumla
bütün damarlarımla sarıldım sana ve senden bana kalabilecek bütün tortuya...

Küçük İskender

Ağustos 30, 2010

pişştt, gizem çetgin.. bu yazı sana!!


tarih 7 haziran 2007 perşembe..
saat gece 1.50 suları..
yer kilyos yurt odası..
fonda teoman şarkıları; ne ekmek ne de su, o, papatya...
yaşanan tatsız bir gerginlik..
hemen ardında da tadımız yerine gelsin diye yapılan mamsan süt eşliğinde şok çikolatalı puding...

ve gecenin en eğlenceli en komik anları..
sevil'in yatağında gizem, ben, gizemin cep telefonu, o telefona gelen mesajlar, yapılan yorumlar, atılan cevaplar, ve hep verilen o tepki: "book!!"

artık bu gırgıra, şamataya dayanamayıp bize katılan sevil'le birlikte daha da artan kahkahalar, üst kattaki yatağı kafamıza geçirme çalışmaları, benim vücudum daha esnek demek adına sarf edilen eforlar...

onu düşündüğüm zaman aklıma hep bu sahne geliyor.
daha çok eğlendiğimiz, daha çok kahkaha attığımız bir sürü başka an olmasına rağmen ben en çok o geceyi seviyorum.

gizem...

kilyos'taki oda arkadaşımken nasıl bu kadar yakınım oldu bilmiyorum, hatırlamıyorum.
o bazen arkadaşım, bazen kız kardeşim, bazen sırdaşım oldu.
bazen, başıma bir şey gelecek diye nerdeyse annem kadar endişelendi.

ara sıra birbirimizden uzak düştük; derslerdi ilişkilerdi başka arkadaşlardı derken görüşmelerimiz arasındaki mesafe arttı.
ama bu bizi, bizim arkadaşlığımızı değiştirmedi.

doğum günümü unuttu bu sene, şakayla karışık kızdım ona. affettirmek için bir fransız restoranına gittik beraber. ona O'nu anlattım; dinledi gülümsedi şaşırdı. o da aşık olabileceğime pek inanmayanlardandı. ilk defa birisine bu kadar rahat anlatabildim ben O'nu; birisine değil aslında gizem'e.
o da anlattı, bir sürü şey.. yaşadıklarını, kararlarını, hayallerini, korkularını..

ne zamandır birbirimizle konuşmaya ihtiyacımız varmış meğerse..
ne zamandır birbirimizin bakışına ihtiyacımız varmış meğerse..
ne kadar özlemişim ben onu meğerse...

şimdi amerika'da...
biliyorum, o bu blogun gizli okuyucularından..
bunu yazıyorum, çünkü o da bilsin istiyorum araya mesafeler girse de onu çok seven, ona hayatında hep ihtiyacı ve yeri olan bir arkadaşı var...


p.s. bu onun ilk amerika fotoğrafı.. ve çok mutlu :)

Ağustos 28, 2010

feedbackimi de alır giderim..

dün muhteşem bir finalle bu yaz için iş hayatıma son verdim.

acı tatlı 7 haftalık bir dönemi, bol kahkahalı bol öpücüklü bol iyi dilekli bir günle sonlandırdım.
bir de fazla donmuş bir rokoko ile.

ekibim gidişimin şerefine pasta keselim demiş, bir adet dondurmalı pasta almışlar. daha doğrusu dondurmadan pasta almışlar. bütün ekibin "iyi ki geldin merve" diye bağırışı eşliğinde tuğhan elinde pastayla geldi. komiklerdi, komiktim... pastayı keseyim diye beklediler, ama beceremedim. bıçağı sapladım ve öyle kaldı. sonra verdik gazı tuğhana, aslansın kaplansın yaparsın şeklinde, e adam artık mecbur; kesmeyip de karizmayı mı çizdirsin..kesti, iki eliyle bıçağa ve pastaya şiddet uygulayarak.. pasta bir şekilde kesildi ama pek yenemedi, dondurma nasılsa deyip yalayanlar oldu..

sonra tuğhan, hadi gel senle pastalarımızı benim odada yiyelim, dedi. pasta aldığım ilk lokmada kaldı. sağolsun müdürüm o ilk lokmayı da boğazıma dizdi.

efenim, hani ben memnun değildim, pek bir sıkılmıştım falan ya.. meğerse onlar da öyleymiş. geldiğim ilk 2 haftada çok sıkılmışım, bunu çok belli etmişim, çok soğuk davranmışım. hatta tuğhan, "bu kızla görüşmedeki kız aynı mı yani?" diye düşünmüş. çok şaşırtmışım onu, görüşmede çok sıcak, çok konuşkan, güleçyüzlüymüşüm; ama ofiste nemrut hatunun teki olmuş çıkmışım. tabii o tam olarak bu kelimeleri kullanmadı durumu anlatmak için. son 2 haftadaki bana bayılmış ama, işte ben buymuşum. espriler, kahkahalar, çalışmalar...
bütün ekipten feedback almış, beni çok sevmişler. çok çabuk öğreniyormuşum, çok hızlı çalışıyormuşum, hemen durumu kavrayıp gerekenleri yapıyormuşum. gerçi hızlı çalışma kısmını daha önce tuğhan sitemkar bir şekilde dile getirmişti ben iş yok sıkılıyorum dediğimde "sen de çok hızlı çalışıyorsun canım, 1 haftalık işi 3. günde teslim ediyorsun" diye..

konuşma karşılıklı olarak feedback şekline dönüşünce ben de epeyce bir konuştum, zaten çok konuşurum bir de nasılsa son gün diye iyice çenem düştü. düşündüklerimi oldukça nazik bir dille aktardım. şikayetlerimi söyledim. kimisine hak verdi, kimisini savundu. baktım ki konuşma ilerledikçe benim itiraflar da artıyor, dedim kendime kızım daha abuk sabuk bir itirafta bulunmadan çık şu odadan.

sonuçta, bütün ekiple kucaklaşarak ayrıldım, bizi gelişmelerden haberdar et tembihleriyle. sıkılmış da olsam bazen bırakıp gidesim de gelmiş olsa hatta bazen işten ve iştekilerden nefret de etmiş olsam harika bir ekiple harika bir deneyim yaşadım..

IMS Health satış ekibine sonsuz teşekkür eder, feedbackimi de alır giderim efenim ben..

artık yolcudur abbas bağlasan durmaz ;)

Ağustos 21, 2010

erken kaybedenler

irem bahsetti ondan ilk.
mutlaka oku, dedi.
dediğini yaptım, hemen ertesi gün gidip aldım kitabı.
o akşam da okuyup bitirdim.

benim özel kitaplarından artık o da.
tekrar tekrar okuyacağım kitaplardan.
kitaplığın tozlu raflarında kalmayacak olan kitaplardan.

erken kaybedenler, kitabın adı.
emrah serbes de yazarının...

yoldan çıkmış bir neslin manifestosu diye tanımlıyor yazar kitabını. toplam 8 hikaye var kitapta, hayatta erken kaybetmiş olan 8 erkeğin hikayesi. gerçek, yalın hikayeler bunlar. "her hikaye kaybetmenin hem mizahi hem de hüzünlu bir şekilde gönülden tasviri.."* bu hikayelerle belki erkek arkadaşınızı daha iyi anlayacaksınız, belki de kendinizi...

ben aldım, okudum, çok beğendim.
siz de alın, okuyun.. eminim beğeniceksiniz...


p.s. emrah serbes'in bazı yazılarını okumak için burayı tıklayabilirsiniz.

* ekşisözlükten alıntıdır..

Ağustos 20, 2010

ilk izlenimimdir, es geçiniz!!!

bugün sevdiğimi yarın sevmeyebiliyorum.
bugün nefret ettiğime üç gün sonra bayılabiliyorum.

ilk izlenimlerim hep kötü olmuştur benim. bir insanla ya da bir durumla ya da bir işle ilgili hissettiğim ilk duygularımın hep tersi çıkmıştır. ilk görüşte sevdiğim şeyler sonunda kötüye gitmiştir. bir heyecanla başladığım işlerin sonu hep hüsran olmuştur. ilk gördüğümde aman hiç sevmedim ben bunu dediklerim de sonunda hep beni mutlu etmiştir.

mesela benim lisede çok yakın bir arkadaşım vardı, ceylan. ilk andan itibaren sevmiştim ben bu kızı. gayet mutlu mesur giden bir dostluktu(!) aramızdaki. ta ki aynı evi paylaşmaya başladığımız güne kadar. 7 yıllık arkadaşlığımızın son 1,5 senesini aynı evde geçirmiştik ve şimdi dönüp baktığımda o evle ilgili hatırladığım hiç bir tatlı anıda kendisi yok. 1,5 senenin sonunda birbirimizden nefret ederek aramızdaki ilişkiyi seviyeli(!) bir şekilde bitirdik. neyse efenim konuyu dağıtmayayım, ceylan'ın çok yakın bir arkadaşı vardı, çocukluk arkadaşı gizem; gerçi şimdi onlar da küs ama neyse. ben bu gizem'i ilk gördüğümde hiç sevmemiştim. "ay ne gıcık kız o öyle, çok şımarık bir kere, hiç sevmem böylelerini" dediğimi çok net hatırlıyorum; sanki ben bulunmaz hint kumaşıyım da milleti beğenmiyorum. günler geçti, hatta aylar, ve hatta yıllar geçti. biz gizemle çok iyi iki arkadaş olduk. evet şımarıktı ama benim kadar değil. evet gıcıklıkları vardı ama beraber çok daha gıcık olabiliyorduk. sonuç olarak, şu an ceylanla konuşmuyoruz ama gizemle de bir başladık mu konuşmaya susmayı unutuyoruz. muhtemelen şu günlerde ceylanı görsem yüzümü çevirir görmezlikten gelirim ama gizemi görsem kocaman sarılırım.

bir başka mesela da, iki yazlık iş hayatımla ilgili. geçen yaz yaptığım 3 aylık stajımı eğer sevil beni ikna etmemiş olsaydı ilk haftasında bırakıyordum. "çok sıkıcı, çok iğrenç, çok nefret ettim ben bu işten" gibi serzenişlerimi dindirdi, her sabah işe gitmem için beni ikna etti. ve ilk iş deneyimimi çok iyi bir ortamda tamamlamamı sağladı. ayrılırken üzülmüştüm ve bütün iş yerlerim böyle olur inşallah diye düşünmüştüm.

bu yaz da staj yapıyorum, önceki yazılarımı okuduysanız, bunun gibi, sancılı bir süreç olduğunu hatırlarsınız. bu yaz işe başladığım ilk gün nasıl güzeldi, nasıl iyiydi anlatamam. çalışanlar çok yakın, çok sevimliler. beni hemen içlerine aldılar, ekipten biriymişim gibi. ilk günden iş yapabileyim diye bilgisayarıma bir sürü program yüklettiler, kendi sistemlerini öğrenebileyim diye eğitime bile gönderdiler. ayy çok süper, modundayım yani. n'oldu? bir hafta sürdü sonra facebookla, twitterla, ekşisözlükle, google newsle geçen günler başladı. arada bir oyalanatım diye verilen iler. data çek merve, o dataların excelde grafiklerini çiz merve, hadi şimdi bu grafiklerden bir powerpoint sunumu hazırla merve. ali topu tut, ışıl ılık süt iç tadında bir hayat yani.
çalışanlardan bazılarına uyuz oluyorum, aslında sadece bir tanesine. böyle elime verseler bir kaşık suda boğabilirim. nasıl gıcık, nasıl itici. bir de ben onu ilk gün çok sevmiştim. neyse stajımın bitmesine hem 5 iş günü kaldı, hem de ekibin geri kalanını seviyorum allahtan da dayanabiliyorum.

velhasılıkelam, görüyorsunuz ki ilk izlenimim çok da güven uyandırıcı bir geçmişe sahip değil. o yüzden gün gelir de ilk izlenimim gibisinden bir cümle kurarsam kulak asmayınız, kesinlikle dikkate almayınız, "he" deyip geçiniz...

Ağustos 19, 2010

okumaya bile kıyamıyorum

kitaplarım değerlidir benim.

insanlarla her şeyimi paylaşabilirim ama kitaplarımı asla. arada bir kıramadıklarım çıkıyor ama verirken içim gidiyor. (o kıramadıklarımdan bu blogu okuyanlar var biliyorum, yüzünüze söyleyemiyorum ama n'oooluur kitaplarımı istemeyin benden.)

ama bazı kitaplarım daha değerlidir, nedensiz. belki yazarını ayrı bir seviyorumdur, belki hikayeyi beğenmişimdir, belki de kapağı hoşuma gitmiştir.

okumaya kıyamadığım kitaplarımdır onlar benim.
okumak için uygun zaman şimdi değil, dediğim kitaplarım.

okumadan önce yerine getirdiğim bir takım ritüellerim vardır mesela. o kitaplar yatarak okunmaz. sıcakta okunmaz. mayışmış bir halde zaten okunmaz. o kitaplarda altı çizilecek satırlar varsa yumuşak uçlu bir kurşun kalemle çizilir.

okumadan önce kahvemi yaparım, ışığımı ayarlarım, fona enstrümental bir müzik eklerim, koltuğuma gömülürüm, kitabımı alırım elime. işte hayatımda en zevk aldığım anlardan birisi, kendimi en huzurlu en mutlu hissettiğim anlardan..

bu yazın başında da böyle bir kitap aldım. kitap çıkalı çok oldu aslında ama ben almamıştım. kürşat başar'ın başucumda müzik adlı romanı. aldığım gün okumaya başladım, 10 sayfa okuduktan sonra onun da o özel kitaplardan olduğuna karar verdim ve "şimdi değil" deyip okumayı bıraktım. 3 aydır okumak için uygun bir zaman dilimi yaratmaya çalışıyorum. araya nerdeyse 10 tane kitap girdi, ama onun zamanı gelmedi.

şimdi zamanı gelsin diye bekliyorum...

yaz bitmeden

yapmayı planladığım çok şey vardı bu yaz için. bazıları küçük bazıları büyük planlar.

italya'ya gidecektim mesela. yaklaşık bir buçuk aylık bir dil okulu. dil okulu bahanesiyle italya'yı fethetmeyi planlıyordum. ama olmadı. staj durumumun karışıklığı, ders tarihlerinin bir türlü uymaması falan filan derken bu planlarımın üzerine fosforlu kırmızı bir kalemle kocaman bir çarpı çiziktirdim.

fotoğrafçılık kursuna başlayayım, değişiklik olur, hem severim ben fotoğraf çekmeyi dedim. sonra fark ettim ki ben fotoğraf çekmekten çok fotoğraf çektirmeyi seviyorum. bir de reninle irem ekimi bekle, beraber gidelim diye bir fikir atınca ortaya çok mantıklı geldi, ekime erteledim.

bizim çocuklarla tatile gideyim, işten perşembe cuma izin alırım haftasonuyla birleşince 4-5 günlük tatil olur, çok hoş olur dedim. ama benim pek sevgili arkadaşlarım bir türlü o narin popolarını oturdukları koltuklardan kaldıramadılar.bütün yazı bu sıcakta istanbulda geçirdim, ve hala geçirmekteyim.

okumak için bir sürü kitap, izlemek için bir sürü film aldım. cevahir ve etiler d&r çalışanlarından bir çoğu tanıyor artık beni.hatta d&r kartımda biriken puanlarımla 2 tane film bile aldım, düşünün ne çok puan biriktirmişim yani ne çok alışveriş yapmışım. aldığım kitapların daha yarısını bile okumadım, filmlerin ancak üçte birini falan izlemişimdir. filmi açıyorum 15 dakika sonra uyumuş oluyorum, kitabın 10. sayfasından sonrasını hatırlamıyorum ya da.

odamda değişiklik yapayım dedim. sıkıldım artık bu halinden dedim, bu odaya siyah kadife bir koltuk ve kırmızı bir sehpa çok yakışır bir de okuma lambası süpper olur dedim. ama bir türlü kendimi ikea'ya gitme konusunda ikna edemedim.

ama başardığım bir şey var, 8 aylık bilgisayar yokluğuma kendime mini minnacık bir elma alarak son verdim. bir önceki bilgisayarımı düşürerek kırmış olmam arkasından serviste geçen aylar süren bir süreç ve "merve hanım bilgisayarınızın arka bilmemnesi kırılmış, ve ekrana giden kablolar kopmuş, ve sonuçta bütün dirençleri yanmış. küçük de olsa yapılma ihtimali var, yaklaşık 1500 amerikan dolarına mal olur, kdv hariç" diye gelen bir telefon sonrasında "yapmayın istemiyorum, yeni bilgisayar falan da almıyorum" diye fıttıran ben. allahtan sevilcik'in bilgisayarı vardı ve biz günü zıt zamanlarda yaşıyorduk da bugüne kadar sorunsuz idare ettik. sonunda artık yeter dedim gidip kendime bembeyaz bir mac aldım, nasıl tatlı nasıl şirin bir şey. nasıl da çalışkan. o şimdi sadece bir bilgisayar değil aynı zamanda benim küçük sevgilim. istediğim her şeyi sorunsuz yerine getiriyor. ben de ona çok kibar davranıyorum. şarjını temizliğini eksik etmiyorum. aramızdaki ilişkinin uzun süreli olacağına yürekten inanıyorum.

kimisini iptal ettiğim kimisini ertelediğim planlarımla acı tatlı bir yazın daha sonuna geliyoruz. yaz sonunu, ilköğretim kitaplarındaki yaz ayları haziran temmuz ağustos aylarıdır şeklindeki beyanatlara dayanarak söylüyorum. yoksa yazın sonunun gelmediğini ve hatta ben tatile eylülde başlayacakken bitmesinin mümkün olmadığını biliyorum. ve yaz bitmeden daha yapacağım çok plan olduğunu da...

Ağustos 14, 2010

siz de dinleyin diye

bu aralar repeat'e aldığım iki tane şarkım var... halet-i ruhiyemi pek bir iyi anlatıyorlar sanki..

birincisi; dee edwards'ın söylediği why can't there be love..
ikincisi de; morrissey'in seslendirdiği let me kiss you..




Ağustos 10, 2010

incelikler yüzünden

bazen öyle bir noktaya geliyoruz öyle şeyler yaşıyoruz ki;
artık bu son nokta diyoruz.
bundan daha kötüsü olamaz diyoruz.

ama oluyor.
hep daha kötüsü yaşanabiliyor.
ve maalesef yaşanıyor.

güveniyoruz birilerine..
yaşamımıza alıyoruz
hayatımızın en içine girmesine izin veriyoruz
gizlerimizi, saklı kalmış gerçeklerimizi anlatıyoruz..

ve onlar,
güvendiğimiz birileri,
namahremlerimize saldırıyorlar..
haince, alçakça
insanlık dışı dediğimiz şekliyle

acıyoruz..
belki kendimize
belki yaşadıklarımıza
belki de ruhumuza;
taşıyamayacağı yükler yüklendiği için
kaldıramayacağı taşların altına zorla girdirildiği için

acıyoruz..
güvendiğimiz birilerine..
bu kadar aciz oldukları için
sevgiden bu kadar yoksun oldukları için
insanlık suyundan bir yudum bile içememiş oldukları için
hayata karşı bu denli zayıf oldukları için
sevmenin ve sevilmenin tadına hiç varamadıkları için

yaşadıklarımız bizi hayata karşı bir parça daha güçlü kılıyor.
sabah yatağımızdan biraz daha büyümüş olarak uyanıyoruz.
gece gözlerimizi kapadığımızda biraz daha korkak ama bir o kadar daha güçlü oluyoruz.
yan odadan gelen ufacık bir çıtırtı yüreğimizi ağzımıza getirse de biz o odaya daha kendimize güvenli adımlarla yürüyoruz.

yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var, diye mısralar yazmış ya Ataol Behramoğlu
öyle, yaşadıklarımızdan öğrendiğimiz şeyler var..
bazen yüzde gülümsemelerle
bazen de canımızı acıta acıta, yaralarımızı kanata kanata
öğrendiğimiz şeyler...

Ağustos 09, 2010

aşk denen şey, adama küp şekerle sütlaç yaptırırmış..

ama olmuyor, ama bir türlü tutmuyor kıvamı. hep mi cıvık olur, hiç mi donmaz bir sütlaç. kanımca annem tarifi eksik veriyor. evet evet eksik veriyor, yoksa ben gayet güzel yapabilirim.. yapabilirim.. evet evet yapabilirim...